27.12.10

I.B.D



bir şeyler damlıyor geleceğimden
şimdiye.

şimdiye dair olan her şeyi geçmişe bırakıyorum. geleceğe dair sadece uyuyorum.

uyanmamı gerektirmeyecek günler ver bana, ya da bir hayat ödünç ver.
ya da hiçbir şey yapma,

otur sarışın çocuk, rakı koyayım sana, sonra içelim. eleni vitali dinleyelim mesela, hiçbir yerde doğamayan, doğacak yeri olmadan yaşayan çingelenere üzülelim. arkasından bach çalmaya başlasın biz kaçıncı kadehte olduğumuzu unutalım, sen ağla ben susayım, ben ağlayayım sen gül. çünkü ben ağlarken gülünür, çünkü ben üçüncü gözyaşından sonra gülmeye başlayabilirim. ciddiye alma o yüzden.

bak sarışın çocuk, biz bir yerde hata yapıyoruz, beni rahatta dinle, tüm aylardan 2'ler çıkarılsın. Özellikle adı ekim olanlardan. kırgınım çünkü.son baharların ekim ayları yasaklansın. kimse doğmasın o gün, kimse ölmesin. çok yorgunum.

ben bunu seninle yaşamadım, adının yerine oturan kocaman bir boşluktu, ondan sarılıp susturamadım seni. bu içtiklerimden daha soğuk sular da içtim ben, kaynar sular üzerinden yürüdüm. bu saçmalıklardan çok oldu ben geçtim. getirisidir bunlar sevginin. hastane yatağında, hastane kokusuna alışmış halini görebiliyorum ben, ben zamanın içinde adım atıyorum, yorulmuyorum, daha sonra yoruluyorum sadece. sadece kırgın kalmak istiyorum.

kırgın kalmam için bana izin verilsin istiyorum. başucu sehpamda dursun istiyorum, sigara ve kahvenin dumanına karışsın, uyurken ciğerlerime dolsun, burnumdan çıksın istiyorum. istediğim duyguyu yaşayabilmek istiyorum..

soğuk çeliklere uzanmak, aklım o zamanda kaldı, orada olmadığım halde detaylarını görebildiğim bir gün. ya ben halsizim biliyor musun ? bir çello sesi duyabiliyorum her saniye. hiç gitmiyor anladın mı ? ben ilk kez son baharda nefes aldım, ilk kez son baharda öleceğim. kağıt kesiği gibi bir yara var dudağımda, ağzımı açtığım an acımaya başlıyor..

dur rakı bitmez, bizim rakılarımız tükenmez. biz içeriz, biz susarız, acılarımızı boğarız, boğdukça daha çok acıtırız.

şimdi bırak bunlarla uğraşmayı, o büyün görünmez anda, hayatın omzundan tuttum, zaman bunu kaydedemiyordu, bir tavşanın uyuşuk olan koluma tırmanması gibi hissedemeyeceğim bir güzellikti, evin gökyüzündeydi, göle doğru battaniyeleri sermiştik, gitmeye çalışmıştık ama olmamıştı, böylece örümceğin ensesine yapışıp şehirden dışarıya süzülmüştük, çünkü hastaydık ve günler uzundu.

yine mi başımızdan geçenleri konuşacağız, o zaman rakı da biter, şarkı da susar, hayal de bozulur. içime oturan kırık çizgi, dimdik bir bastona dönüşüp sırtıma yapışır, hareket sınırı, acı sınırsızlığı. dedim ki sana bu gözler artık düzgün göremiyorlar, bu gözlerin gördüğü şeyler çok başka, şekilsiz, isimsiz ışıklar, şekilsiz isimsiz varlıklar. benim gözlerim artık görmüyor mu yoksa? söylesene kör bir insanın rüyası neye benzer, lanet olsun bana mantıklı bir şey söyle!
nereden geçsem benim değil, kalamam artık diyorsun, ölümlere gittim geldim, sığamam diyorsun ben gözlerinde görebildiğim şeyler için sana yardım etmeye çalışıyorum, sen sığamam diyorsun tekrar, sonra bir bilinçsizliğe yol alıyoruz, ben görmezden gelmelere sen geçiştirmelere tapıyorsun, tanrı; sen ona taparsın o senin ağzını yamultur.

"uzun
uzun uzamış kollarım
kola benzemiyor;
duvarda tutunmaktan düsen diyor;
aglama balim, degmez hiçbir sey senin gözünden akan yasa."




sussunlar ve uyuayım ben.

25.12.10

yüz

saat 05:55 ve ben archive'in lights adlı şarkısını dinliyorum, şarkı bitmiyor. bana söyleyenlere teşekkür ediyorum, bana söyleyenlere kızıyorum.
kafamın içinde büyük bir savaş var. hiç kimse susmuyor. hiçbir detay saklanmıyor. her şey ortada, her şey alev alev beni ele geçiriyor.

"bir evladı kaybetmekten daha kötü olan şey; onun ölmek istemesi."

buralarda kalmayı seçiyorum tabii, hiçbir kimsenin olmayan hayatımı ben de sahiplenmiyorum, sahiplenmeyince, bu içinde bulunduğum şey yaşam olmaktan çıkıyor. noteri çağırdık, hayatımı kanıtlayamadı. hiçbir belge, hiçbir çizelge varlığımı işaret edemiyor. sanki külün içinde uyuyorum, aslında ben külün içinde çok uyumuşum!

olduğum hiçbir yerde aslında yokum, ağzımda keskin bir kan tadı var daima, saçlarımın binlercesinin aynı anda avuçlarıma dökülmesini izliyorum, yaralarımdaki kanların durmayışını izliyorum, kahkahalarınızı izliyorum, eşlik ediyorum ama kendimi duyamıyorum, sizin gürültünüzden değil, kafamın içindekiler yüzünden duyamıyorum.

sokakları görmeye çalışıyorum ama, tek bir renk var, gri. her yer gri olduğu için hiçbir yolu ezberleyemiyorum, her şey o kadar aynı ki, gittikçe kör oluyorum. gece artık üzerini örtsün bu şehrin diye bekliyorum. ben bu şehre tahammül edemiyorum, benim hiçbir insana tahammülüm yok.

varlığımdan bu kadar emin olmanız beni rahatsız ediyor, bu kadar eminken bu kadar başarılı bir şekilde görmezden geldiğiniz için sizi takdir ediyorum, bazen bu gözlerimin dolmasına bile sebep oluyor hatta.

sonsuz önce bir ışık vardı, o ışığı da saklayıp sandıklarınıza kilitlediniz. anahtarları lavlarınızla erittiniz, şimdi benim adım atacak halim yok güneşe karşı. güneşi reddediyorum, güneşe arkamı dönerek yaşıyorum bu sizin için hiçbir şey ifade etmiyor, sizin hayatlarınızın başladığı yerde ben kendiminkini durduruyorum;

- hadi kalk artık, akşam oldu!
+ dur, şu cehennemden bir kurtulayım da.

100 + 100 = 200.

iki yüz.

iki yüz gram sonra aslında sona erecekti ramon, ramon gidecekti, bizler bakacaktık. şarkı diyor ki, bizim gibiler için de bir yer var. hem baksana, ya da bakma.

sonra o çarpıcı suratlar geliyor aklıma;

- onu tanrı yanına aldı, çünkü bir meleğe ihtiyacı vardı.
+ lanet olsun, sonuçta o TANRI! madem bir meleğe ihtiyacı vardı, neden bir tane yapmadı?!!

sessizlik,

sessizlik hızında bulup, ses hızıyla kaybediyorum.
bulduğum gibi değil, bulamadığım kadar kaybediyorum.
ölüm gibi keskin bir amaç şimdi bu.
bu yani,
benim yüzüncü yazım.

22.12.10

say something!

ya sen gittin ya şimdi, daha destur ama saat 09:44 diyorum hala neden işe gelemedi bu. of çok sıkıldım lan.
çok hatırlamaktan elektroşok yiyen veya hiç hatırlamamaktan elektroşok yiyen adamların hikayelerini okuyorum. ben ilk kategoriye katılacağım ilerleyen günlerde.
peki ne hatırlamamız gerekiyor diye soruyorum ve sanırım 9 kelime falan yetecek.

say something dinliyorum şimdi. I served the king of england izledim az önce bitti, hakkaten güzeldi baya. başka da bir şey olduğu yok.

bilincim bildirdi.

19.12.10

size söylemiştim;

çok yoruldum.
kafamın içindekileri susturmanızı istiyorum
bakıyorum suratınıza
susturun diye bakıyorum,
ben çok konuşuyorum ya, kafam daha çok konuşuyor.
aslında "bak şimdi kafam çok konuşacak" onun orjinali
rabbit in your headlights başladığından beri bir yerlerde çalmaya, şu paragraf dönüyor dilimde sürekli, içimden sürekli şu cümleye giriş yapıyorum; "elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor."
ben çok yoruldum. hakikaten deliriyorum.
annem gelsin odama, kapıyı sessizce açsın, bitiremediğim ve fırlattığım bütün kitapları dizsin başucuma, önümüzdeki aylarda okumak üzere, ben okuyup ona anlatayım, o şaşırsın hemen, sonra hemen unutsun. azıcık başucumda otursun, ona uyurken rüyalarımı anlatayım, sonra annem saçımdan rüyalarımı alıp çıkarsın, hatta kafamın içindeki herşeyi beraber masaya dökelim ve örtüyü camdan aşağıya silkelesin, yere düşeneleri de süpürsün. unutalım herşeyi, hiçbir yere gelmemiştik biz diyelim, hiçbir yeri hatırlamak ve anmak zorunda değiliz diyelim.

tamam babam da gelsin ve otursun yanımda. kocaman koltukta yer yokmuş gibi konuşmadan dip dibe oturalım. beni artık hiçbir şarkının ağlatamayacağına inandırayım onu ve karşı komşunun korkunç ayaklarıyla ilgili şakalar yapalım birbirimize. bakkalın saçları, sokağın yamuk taşlarını arabalara fırlatalım ve kaçalım... sonra gitmedik diyelim biz bir yere, biz aslında hep aynı yerdeydik diyelim.

çarpıntım tutuyor, olmayan hayatımda rahatsız ediliyorum, noter hala gelmedi, zaman beni hala tanıyamadı (tanısa sevecekti, size söylemiştim)..

bendeki şu gariplik, şu susmayan şarkılar, kafamın içinde konuşan ruh hastası, ben ve ellerim kahve içmeye geldik, çarpıntım tutuyor, azıcık gülümseyin;



born from the night in the roaring wind
cast out of the shadows by an unknown hand
warmed by the light of these falling limbs
drunk on the sadness of a universe unmanned

across the water she clings to me
and in the rising karma i feel her at my side
my father's singing in the fallin' leaves
about the complicated beauty of a river run dry

sit down by the fire

it's hard to say
but i think you'd better
just say you don't love me
you don't love me anymore

i been waiting in line
now i know i'll never
overcome this madness
if i don't know for sure

across the water she clings to me
and in the light of dawn
i see her at my side

and my father's singing in the fallin' leaves
there's no way out of this old world even if you try

so just sit down by the fire
sit down by the fire
there ain't no way to get what i want

some day
a little rain is bound to fall

some day, some day

over my head my heart and my feet
i'm drawn insane
you know i need you now

over my head my heart and my feet
i'm drawn insane

sit down by the fire
there ain't no way to get what i want

sit down by the fire.


ağır çarpıntı geçiriyorum şu an,
beni rahat bırakınız.
benimle uğraşmayınız,
durduk yerde asabımı bozmayınız.

uzun bir yazı yazmıştım ama, tüm harfler tek tek kıçınıza girmiş varsayıyorum.
nefretler;

17.12.10

sakın bakmayın;


i'm a rabbit in your headlights
scared of the spotlights
you don't come to visit
i'm stuck in this bed..


ölüyorum lan, gitmeyin.
organlarımı öldürdüm artık işeyemiyorum, bir keresinde çok şarap içmekten krolofil işemiştim gerçi, sonra düzeliyor. uslubumu bozuyorum, terbiyemi bozuyorum.
siza tahammülüm yok. kendime gelme rakımı çok yüksek. acı eşiği alkol eşiği duyarlılık eşiği, sokağın tüm camları falan yerle bir.

gidecek olanlar gitmesiler. evet.

thin rubber gloves
she laughs when she's crying
she cries when she's laughing

bakmayın bana, bakmayın, bakmayınız.
yargılamayınız, gidiniz ama aslında gitmeyiniz.
ben burada bu yatağın içinde otururken siz
de olduğunuz yerde kalınız, orada kalın...

fat bloody fingers are sucking your soul away

i'm a rabbit in your headlights
christian suburbanite
washed down the toilet
money to burn

trende iş olursa yaparım,
karın tokluğuna.
yeter ki bu kadar özlenmeyiniz bayım.


fat bloody fingers are sucking your soul away

if you're frightened of dying and then you hold on
you'll see devils tearing your life away
but, if you've made your peace
then the devils are really angels
freeing you from the earth... from the earth

rotworms on the underground
caught between stations
butter fingers
i'm losing my patience

i'm a rabbit in your headlights
christian suburbanite
you got money to burn

fat bloody fingers are sucking your soul away

LEAVE MY FUCKING SOUL ALONE!

15.12.10

somewhere someone must know the ending


seni çok özlüyorum kadın. derdin ne anlayamıyorum. hem her ihtiyacın olduğunda nereye kayboluyor bu neil ? ben de bilmiyorum, benim de bazen ihtiyacım oluyor ona. stardust'ı yazarken ona şarkılar söylediğini bilmediğim halde filmde seni görmüştüm ben. ama sen kendini artık özletmekten vazgeç! kendine gel. hele şu son albümlerin, (kızmamalıyım sana) olmadı. nerede bir under the pink, nerede son adını bile anmak istemediğim albümlerin. neyse. kadın seni seviyorum artık kendini özletme. tori amos'sun sen, kendine gel. aynaya bak!

uyan diyordu birileri ama ben zaten gayet uyanığım anlamıyorsunuz ama. sonra sen " ayakların tamamen yerde kızım" dedin. ben yine dikildim ayağa.

bir keresinde uzak bir yerlerdeyken ben, karnım aç olduğu için kapının önünde duran dolaptaki dört adet bozuk parayı almıştım. almamam gerekiyormuş mesela. çok üzülmüştüm. neil yoktu, sen de yoktun, kimse yoktu orada. saç diplerim yanıyor. afedersin ama birazcık sen olabilir miyim ben ? ya da birazcık kafamın içinden çıkmayı denesen ? daha hızlı koşuyorum ama sen beni yine burada yakalıyorsun. bileklerimi kırmıştım bir keresinde. buzun üzerinde zıplarsam uçabileceğime inanıyordum. buzlar bileklerimi parçaladı. babamın eldivenlerini giyer büyümem için ne kadar zamanım olduğunu hesaplardım. fakat bu neil fazla olmaya başladı! tori, artık kar bekleyemiyor, eskiden bekleyebilirdi ve biz kaybolan berelerimizi arardık ama artık kar beklemez, olduğun gibi çıkman lazım sokağa. sonradan hastalanacağını bilsen de, uyuyan güzelin seni izlediğini bilsen de. babam bana ne zaman benim seni sevdiğim kadar beni seveceksin demişti, yemin ederim bilmiyorum. her şeyin çok hızlı değişeceğini ve beyaz olan bütün atların uyuduğunu. her şey değişir canım, diye bitirmişti. hep yanında olmak bir seçenekti. neredesin neil ?

şimdi odadaki bütün parmaklar beni gösteriyor, suratlarına tükürmek isteyip bunun getirilerinden korkmak istiyorum. ağzımda bir çöl var. bir terzi bulurduk sökükleri diksin diye, bir denizci bulur kafamızı toparlamak için uzaklara giderdik.

biliyor musun kalbim sıkıldı baya bi' ve ben terziyi de denizciyi de buldum. çünkü sokaklar çok pisti. gemide ağladım, terzi ise kördü, neyi diktiğini bilemeden geldi ve gitti.

sabahın 5'i oldu. yön değiştiriyorum çünkü yakında nerede olduğumu bilecekler. lanet olsun tori! kalkar mısın lütfen piyanonun başından! kulaklarım kanamaya başladılar senin yüzünden! ophelia öldü az önce. önce dizlerinin üzerine düştü, oysa salak çocuk hayat boyu dizlerinin acıyacağını sanardı düşmekten. ölürken dizleri acımadı. ömrü biraz kan döktü. yaşadığı kadar döktü ve yere yığıldı.

(burası sana) bak şimdi! (diye başlıyorsam öyledir) bazı ipler var seçmemiz gereken kimi dağlara çıkmamızı sağlıyor, kimi sahil kıyılarına. bir kadeh kaldırıyorum, güldüğünü ve artık konuşmamam için bana yalvardığını da duyuyorum, bir de dans etmemem için. bu güzel şeyler suratına çarpan rüzgar olsun. olsun da sen de neil'i bul getir bir yerlerden.

bir keresinde ben de o kadar sevmiştim tori, dokunduğu her şeyi traş etmiştim. tanrı da biliyordu bunu yaptığımı. her şeyini fırlatıp attığımı. ama unutamıyordum söylemediği şeyleri. böyle günlerde beni bir düşünce alıveriyor her zaman.

sonra bir battaniye arkadaşım var benim tori, adı sc, siyah olmasına rağmen ela gözlü bir çöl ahusu demeyi tercih ediyor. o hep anı yaşar. zamanın dışında yaşar ama anı yaşar. ben onun yanındayken kötü olan hiçbir şey o kadar kötü değil. tek sorun bu gelen şeyi görüp de durduramamız, tori ne sen durdurursun ne de neil. duvarlara biz yemediğimiz kekleri atarız. onun aklı bende, benim sesim ondaymış. ona sesime ihtiyacı olmadığını söylüyorum, senin kendi sesin var diyorum ama asla bunun yeterli olduğunu söylemiyor. böylece yıllardır ilerliyorlar. battaniye kardeşleri. şimdi onunla konuşuyorum, orada mı tori, görebiliyor musun?

tori onu boş ver, olacakları görüyor musun, durduramadığım, geliyorlar tek tek, görüyorum ve durduramıyorum, sen bile durduramazsın!

başka biri var, tuvallere boyalarını fırlatıyor tori, angel-a kendisi. mutfak kapısından giriyor içeri, burada bütün kızlar donuyoruz. her ne yapıyorsa, yapmaya devam etmesini söylüyorum. artık gidebilir, zaten çoktandır gitmişti. o aynı yuvarlağın içinde dönüyor, dönüyor ve dönüyor. durması lazım artık...

tori, sana yazacaklarım bitmiyor, biri var, kazağının kollarında göz yaşları var, benim ağzımda uyuyan bir bulut var. karşılıklı anlaşıyoruz. biliyorum onu, görüyorum..

hiçbir şeye, elinden geldiğimce hızla tutunuyorum, yine de iyi bir yıl oldu tori. yine de..

şimdi tori söyle bana, kim bu teröristler, bu utanması gereken, eğlendikten sonra bir güzel dönüp giden insanlar, bunu ne sen, ne de ben çözemeyiz, en iyisi neil'e sormak.

charles manson'ın sevdiği dondurmayla aynı dondurmayı sevmek demek, onun seni bırakıp gitmemesi gerektiğini gösteriyor. ama belki de gittiği insan, ben de göremediği parçalardan oluşuyordur. belki de belkilere alışığım fazlasıyla.

ya yeter tori, yeter! neil selam söylüyor şu anda. sakın düşüncelerini tekrar aklına getirme, düşünceler kum taneleri gibidir, her eline almaya çalıştığında çoğu parmaklarının arasından kayıp gidecektir.


neyi biliyorum biliyor musun ?
ben buradaydım,
görüntüler ve sesler beni başka yıllara çekiyor.
ben buradaydım.

tori, yeni yılın kutlu olsun. ayaklarım yere basıyor..

birileri, bir yerlerde sonu biliyor..


deck the halls
i'm young again
i'm you again
racing turtles
the grapefruit is winning
seems i keep getting this story twisted
so where is neil when you need him
deck the halls
it's you again
it's you again
somewhere someone must know the ending
is she still pissing in the river now
heard she's gone
moved into a trailer park

so sure we were on something
[so sure those girls now are in the navy]
your feet finally on the ground he said
[those bombs our friends can't even hurt you now]
so sure we were on something
[and hold those tears cause they're still on your side]
you feet just on the ground girl
[don't hear the dogs barking]
so sure we were on something
[don't say you know we've gone andromeda]
your feet finally on the ground he said
[stood with those girls before]
so sure we were on something
[the hair in pairs it just got nasty]
your feet are just on the ground
[and now those girls are gone]

14.12.10

bak şimdi, çok susacağım.

hayatımda ilk defa birinin gerçekten ölmesini diliyorum o da, richard youngs.




değişim, dönüşüm, nefret.

bak, iyi bak.
şimdi çok susacağım...

13.12.10

an avalanche

siz ruh hastasısınız.

bir şey oldu!

sizin rüyanızda gördüğünüz bir yere gittim ben, hem de uyanıkken. oraya gittim ve orada kaldım. adı ümitsizlik burnu. çok uzakta değil. yılgın bir rüzgar esiyor. rüzgar bazı bazı yırtılmış isyanından. o kadar çok gürültü var ki, hiç bir şey göremiyorum, o kadar çok ışık var ki, hiçbir şey duyamıyorum. düşüncelerim aklıma düştüğünde etraftaki bütün pencere camlarının aynı anda yerle bir olduğunu hissediyorum, içimde biriken huzursuzluk dağa taşa isim oluyor ve onulmaz hastalık taşıyan bir yağmur düşüyor artık tek tek, yürek denen şeylerin tek tek kibritle yakıldığı bir yer, ölü harflerle dolu olan defterimi buluyor birileri. okuyup gülüyorlar. evet, gülünecek haldeyim. beni göremediğiniz yerden sizlere bakmaya çalışıyorum, o kadar çok ses çıkarıyorsunuz ki, görseniz eminim ki ağzınız açık kalırdı. o sesin içinde bir şeyler bekliyorsunuz, birilerini bekliyorsunuz, bazı haberler bekliyorsunuz, bazı maddiyatlar bekliyorsunuz.

şunu hatırlatmalıyım ki; bir gün öleceksiniz. ve o gün gelene kadar da bu şekilde saçmalayacaksınız. aynı benim gibi.

o sırada dudaklarım açılmadıkları için kuruyor. ben bugün çok az konuştum. sessizlik en iyi cevaptır yazan bir şeyi yutmuş gibiyim. kafa sallamak çok işe yarıyor. ama dudaklarım az önce patladı, esnedim çünkü. patlayınca iğrenç ince bir acı hissettim, kan ve gözyaşım aynı anda akmaya başladı. o acıdan gelen istemsiz gözyaşı, aynı beni kırdığın yerdeki acıyla gelen gözyaşına benziyor. sonuçta hepimiz mezarlarıyız kendimizin. kendi içimize gömüldükçe adına tecrübe deniyor. istemiyorum. istemiyorum. istemiyorum.

ateşe yürüyorum, ateş benden uzaklaştıkça yürüyorum, kafamda kuşların olması kimseyi endişelendirmiyor, tek sorun o kuşların hep aynı kuşlar olması. ateş ve yağmur bana geçmişi hatırlatıyorlar oysa geçmişe hiç dokunmamak, olduğu gibi bırakmak lazım. hatırlamak hiçbir işe yaramıyor. hiçbir şeye. hiçbir güne.
istemiyorum. istemiyorum. istemiyorum.

köprülerden yıkılacakmış gibi geçen trenler var bu şehirde.

bak hiç iyi değilim, al bu fırçan, bu da boyan. neyi bekliyorsun bilmiyorum.. çok yakında ateş saracak. ümitsizlik burnunu çiz istiyorum, kara, kapkara bir kalemle saçlarıma çiz istiyorum. fotoğraflara bakarak ağla, sonra tekrar çiz istiyorum. şu seni boğan lanet acını fırlat istiyorum fırçayla. çok az şey istiyorum.

bende her şey bir şarkıyla başlayıp, başka bir şarkıyla bitiyor. hayatım tamamen bunun üzerine kurulu. bunu görebilen kimse yok, o sebeple herkes hala nasıl hayatta kalabildiğime şaşırıyor. her şarkıda ayrı bir ömür tüketiyorum ben. her şarkıda ayrı. ölüp, tekrar dirilme. en acısı dirilmekte saklı.

artık yazarak bir şey anlatmak istemiyorum, istemiyorum, istemiyorum.

soon it will be fire...

soon it will be fire...

soon it will be fire...

11.12.10

o yea

eveeeeet günlerden bir gün düşünürken düşünürken bunu yazmaya karar verdim.

en sevdiğim filmler listesi, mucu. bi yerden sonra sıralama önemini yitiriyor,

1) THE FALL
2) THE ROYAL TENENBAUMS
3) IN BRUGES
4) LITTLE MISS SUNSHINE
5) SOPHIE'S CHOICE (nehmen sie mendchen!)
6) AMELIE
7) 500 DAYS OF SUMMER
8) MICMACS
9) LEON
10) LA MOMÊ
11) HUNGER
12) GARDEN STATE
13) MUSIC OF THE HEART
14) THE BIG LEBOWSKI
15)LIFE AQUATIC WITH STEVE ZISSOU
16)THE HOURS
17) DOUBT
18)CRASH
19) UP
20)THE DARK KNIGHT

falan işte sıkıldm

10.12.10

everything you do...

kapı çalsa şimdi, en kokoş haliyle kızıl saçlım gelse, arzu gelse. sonra sarılsam ben ona. hep kahkaha atsın o. hep güldüreyim onu ben. sigara paketim yere düştü, içindekiler sağa sola dağıldı. toplamadım, bir tanesini aldım ve yaktım..

ömer gelse, gidiyoruz dese, trene binsek, karlı bir yerlere gitsek, buzda kaysak, kahkahalar atmasak sadece sırıtsak. uzun uzun sırıtsak. sonra şarap içsek ve müzik dinlesek filmlerin ne kadar film olduğundan bahsetsek, şarkıların ne kadar şarkı olduğundan falan konuşsak. düğünlerde masaların altına falan saklansak.

valla dayanamıyorum artık bu iki insanın hasretine. yemin ederim çürüdüm!

5.12.10

kaybolması için varolması lazım bir insanın


dedi az önce selçuk yöntem, televizyonu kapattım, asabımı bozmaya hazır değilim. migren tuttuğu zaman zaten günlerce hassas bir yumurta gibi geziniyorum. her göz kırpışımda kırılıyor ve dağılıyorum.

hemen san jose'ye girişiyorum. hem de son ses, annem kahkaha atıyor ona 6. kulvardan gelen honda esprisi yapmıştım çünkü. elimi domates sosuyla yakıyorum, ne oldu diye sorması için 5 dakika bekliyoruz. sonra ben diyorum ki keşke yarın sabah sorsaydın. sonra gülüyoruz, sonra tekrar gülüyoruz. benim gözlerim de annem gibi kırışacak sürekli aynı şeylere gülüyoruz çünkü. bana çok gençsin çok yaşlı hissediyorsun diye bakıyor. ben de sen de çok mu acı çekiyorsun diye bakıyorum. sonra sorularımız havada çarpışıyor ve salonda üçlü olan avizenin üçüncüsü kendiliğinden yanıyor. sorun ne zaten bilmiyoruz, gülünce, öksürünce falan kendiliğinden yanıyor. ortalık durulunca tekrar sönüyor. zaten biz ışık sevmeyiz. karanlık her zaman daha iyidir çünkü.

içimdeki müzikleri bir şırıngaya dolduruyorum ve elimi uzattığım yer yastığımın altı oluyor. san josenin sonunda içimde alkışlar kopuyor. beni ve şarkıyı alkışlıyoruz sonra slovenya doğuyor birden gözümün önünde sonra rüya gördüğüm yastığı değiştiriyorum. o çok doldu artık. bir başka yastıkta biriktirmeye başlıyorum. bazen çok korkuyorum, bazen çok seviyorum rüyaları. yastıkları saklıyorum çünkü rüya göremeyenlere vereceğim. morrissey'den öğrendim. insanlar yastıklarını değiştirmeliymiş bazen. anlatamadıklarını anlatırlarmış birbirlerine. kaybolmadığımı da anladım ben, kaybolmak için varolmanın kavramına ulaştım.

şimdi sırada reklamlar var. ilaç reklamları, içi ilaçla dolmuş oyuncak bebeklerin reklamları. bütün lekeleri silen ama anıları silemeyen deterjanların reklamları, hiçbir yere varamadığın, koşu bandı gibi olan yolların reklamları, daha sonra radiohead dinleyen insanların belgeselleri başlayacak, sonra savaş reklamlarını son ses izleyeceğiz, siz de öldürün diyecekler, öğreneceğiz. fiyatlarının paha biçilemez olduğu sevgilerin market reyonlarında fırsat ürünü olduğunu öğreneceğiz, sonra arkadaşlıkların sonsuzluğunun reklamları yapılacak hastane bahçelerinde, odalarında.
acil servis kılavuzu dağıtılacak. ağlamak üzerine çıkıp konuşmalar yapılacak, televizyonlarımızı çok seveceğiz.

sonrası müzik kuşağı. sesini ne kadar açarsak açalım o kadar sessizleşecek sokaklar. elektirk direklerinin insan asmak için yapıldığını o yüzden bu kadar çok olduklarını anlayıp uykuya döneceğiz. sonsuza dek asılmayı bekleyeceğiz. nefes alamayacak hale geldiğimiz de dünyanın yaşanılabilir kılan adasını bulamayacağız haritada olmadığı için.

biz yine güleriz. kalabalıklara alışmaya başlıyorum sanırım ben yine.
15 günün kaldı, tekrar söylüyorum; ayakkabılarını sıkı bağla. sokaklara dökülen suların pırlantaya dönüştüğü çiçek bahçelerine gidiyorsun, sürekli sırıtman lazım, sokaklarda somurtanalara kızdıklarını duymuştum oralarda. there there'e takılmamak lazım, bazen hissettiklerin gayet gerçek olabiliyor.

1080 saat sonra her şey eskiye dönecek. ona göre.

3.12.10

pencereden kar gelsin.

yine aynı şeyler olmakta, ellerime bakmak ama gerçek olup olmadıklarını anlayamamakla girilen süreç. günlerdir erken yatıp erken kalkma çabası içindeyim, ama bugün aslında bunu hiç istemediğimi farkettim, yalnız kaldığım her an kusursuz bir şarkı gibi. gece sokaktan kimse geçmez. ben bile.

çok fazla şeyler yaşanmıştı tabii ama bir o kadar da saçma sapan şey yaşadım yahu birinden biri olsun da, ikisi neden oldu?

ben bir de artık yazamıyorum.

pencereden kar gelsin, arkada radiohead çalsın ben de artık öleyim thom yorke rızası için.
hiç mi hiç bir istek yok içimde uyanmaya, yazmaya, içmeye, yemeye, dolaşmaya, konuşmaya.

sessizliğim ses oluversin.

thom yorke'a kızmaya başlıyorum.

30.11.10

be good or be gone!

sizin bilmediğiniz bir şeyi biliyorum ben, hava bugün geç aydınlandı. lodos yüzünden bence, kesin. zaten migren de lodos yüzünden, iç sıkıntısı da lodos yüzünden. ama ben ne zaman lodos yüzünden acı çekiyor olsam, iyi bir şey olur mutlaka.

şu anda saat 07:13, hava hala tam aydınlık sayılmaz. birazdan duşa girmeliyim. ama önce mutfağa gittim ve bir bardağın içine haddinden fazla kahve attım, sonra sıcak su koydum. acı tad bana uykuya hayır dedirtecek olan şey.

zaten yoruldum uykudan sanırım, ne zaman bitirsem acı çekmeye başladığım bir şey, sıkıldım. kahveyi de hızlı içerim ve dilim yanar. bir süre bu dengesizlikte devam edeceğim.

saat 3'te beyazıtta olmam lazım. belki de hayatımın teklifini alacağım, belki de boşuna gitmiş olacağım. ama şu anki durumda beni bu evden çıkaracak hiçbir şeye boşuna demek psikolojime iyi gelmeyecek. bu ihtimali daha sonra ben düşünürüm bir ara.
aslında gerçekten gitmek istediğimi de sanmıyorum. ben hariç herkesin mutlu olduğu bir hayatım var. biraz anlatayım;

sabah 6da başlamak zorunda, suratsız ve ağrılı bir başlangıç. hiçbir şekilde aynaya bakamama nefreti, telaş içinde giyinip sokağa fırlama. itiş kakış, itiş kakış ve tekrar itiş kakış. paçaların çamur olması, karnın acıkması, kahve isteği ama durup da "heheeeyt ulan durun yolu açın kahve içmem lazım" diyememek. ofise varmak. duyarlı bir vatandaş gibi gazetelerin internet sayfalarına bakmak bir kaç dakika, sonra facebook'tan selam verenlere selam vermek ve işe koyulmak. kafanı binlerce gereksiz şeyle doldurmak. sonra birinin bir laf söylemesi, ardından gerginlik, yanlış anlaşılmalarla gelen tahammülsüzlük. yorgunluk, kahve üzerine kahve. sinirleri aynı bir don lastiğine dönüştürmek. bir sürü insanla, olmak istemedikleri ve senin de olmak istemediğin yerde tüm günü harcamak. işten çıkmadan önce yine facebook'a girip ona buna "hehehe" yapmak. eve gelme derdi, "annemler beni beklemese bari, geç kalıyorum" diye düşünmek ama çaresinin olmaması, eve gelmek, saç ve başın aslında orada olmamaları, kafayı yiyecek kadar öfkeyle dolmak sonra 30 gün buna katlandıktan sonra belli bir parayı almak. eve gelmek onu ödemek, bunu ödemek aman borçları kapatmak. aman bize bir şey olmasın. önce sağlık amenna. sonra parayı yemek, içmek falan akşamları. sonra bir film izlemek. iki sayfa kitap okumak ve diğer aynı geçecek olan 30 güne hazırlanmak. ya da 31 işte. gibi.


herkesin mutsuz ama benim mutlu olduğum da bir hayat var. sadece uyumak, müzik dinlemek, kitap okumak ve film/dizi izlemekten oluşuyor. bazen sokaklarda yürümek süslüyor, eski arkadaşları ziyaretler, trenlerde terapiler, inanılmaz keşifler, fuarlar, konserler, imza günleri. güzel müzikler, güzel insanlar tanıma şansı, güzel sohbetler, güzel kalpler, şiddetsiz, kavgasız ve gürültüsüz bir gün. itilip kakılmama. ve yukarıda yazan her şeyin tersi.

söyleyin ne bok yiyeyim ben şimdi ?

sen büyü ve bir iş kadını ol, çocuklarını günde 2 saat gör ve mutlu ol, haftasonları alışveriş merkezlerine git onlar çük kadar kaydırakta kayarken sen kahve iç.

yine kahve.
hep kahvenin yüzünden, e ama benim birazcık uykum geldi şimdi. en iyisi balkona çıkıp bir yerlere giden insanların mutsuzluğunu izlemek ve yakında onlara katılacak olmanın vereceği hissi tahmin etmek...
se yaé!


too young to fall, for a light I think I see,
can't say for sure..
ve evet tanrım iyi ki bu kulaklıkları almışım!

28.11.10

and the cohen sings,

ağustos ayıydı ve çok sıcaktı, cebimdeki tüm parayı bir bilete yatırdım. yani o biletin ait olduğu konsere gidecek param bile yoktu. bir kaç tane insan vardı etrafımda, tanımadığım, tanıyamadığım ya da kafamın eremediği insanlar, aslında ablalar abiler ama ben her zaman onlarla aynı ortamlarda bulundum bunca sene. kulaklarımda hep aynı adamın sesi, gözümün önünde hep aynı adam. babam kadar seviyorum galiba ben onu. 4 kişi bir arabaya doluşup, düşünce gücümüzün ağzına sıçtıktan sonra yerlerimizi almıştık. sonsuz bir huzur, hissizlik ile sahnedeki kanadalıyı izliyordum. insan hissizken de ağlayabiliyormuş jonspi. gece sonunda ellerim morarmıştı alkışlamaktan. ama yine acı hissi yoktu hiçbir yerimde. gözlerim ağrıyordu sadece. mükemmeliğin karşısında.

eve döndüğümde gerçekten yaşamımda başka isteyebileceğim hiçbir şey yokmuş gibi hissettim. aynı his bir daha olmadı. bana bunu yaşatan adam; Leonard Cohen'di.

25.11.10

25 Ekim'de yazılmış bir mektup

hava aydınlanmaz mı selin, güneş mi öldürür ayı, ay mı güneşi öldürür..

selin çok fazla müzik vardı bazen, bazen çok azdı. müzik mi ruhu öldürür, ruh mu müziği besler selin ?
selin sana hep selin diyeyim ben, yani bilmek istememek de var çoğu şeyi evet, kimse bilmek istemez fazla sorumluluğu, kimse taşımak istemez. sorumluluk acı üzüntü ağırlık yük getirirler.

belki de ben hep kendimi kandırıyorum, bir gün gerçeğin çekici odamın duvarını yerle bir ettiğinde yerde oturup kalacağım, bir şarkı mırıldanacağım kesin tabii.
selin ben mi kendimi üzüyorum, yoksa burası fazla mı gürültülü.
bir şey göremesem aslında bazı bazı. saat 6'yı 1 geçiyor, 2 den beri 8 tane sigara içmişim. sekizinciyi söndürmek için yazıya ara veriyorum.
dostum, kimseleri önemsememe vakti gelmiştir. birazdan annem gelecek ve sen manyak mısın hala yatmadın mı diyecek ben de ona çalışırken uyuduğumu gördüğünde bunu bana diyemiyordun ya, uyuyordum ya hani, bu anı özlediğim için manyağım evet, bu anı özlediğim için buradayım diyeceğim.
selin burada insanlar kıymet falan bilmiyorlar, bir boktan anladıkları yok, derin derin bakıyorum, hatta enteller gibi gözlerimi bile kısıyorum, susuyorum neyin var diyorlar, konuşuyorum sadece gülüp deli diyorum anlatmaya çalışıyorum susturuyorlar, aman takma diyorlar, sonra ben içip içip ağlıyorum, bilincimin olmamasını severdim eskiden şimdi bilinç beni öldürüyor, anlattıklarımı hatırlayamıyorum zira, sağlam kafayla seninle aynı şeyleri konuşmak istesem konuşamam, yazık.
bir rakı daha olaydı elinden de içeydim. hem artık buradaki sokak köpeklerinin adı da yakup. selin kıymet bilinmez mi ? insan mı kıymettir. selin buralar hep yaprak. kasımın biri gelmesin bir de bütün ekimlerin 2leri çıkarılsın takvmlerden. 2 zavallı bir rakamdır ve ekimse ben üzgünümdür. gidiyorum bu diyeceğim, giderken para biriktirip herkese gidiyorum bu adlı kitabı armağan edeceğim.
selin sana jonspi diyebilir miyim ?
dostum.

24.11.10

the hours


afişte, nicole kidman'ı bulun...

2002 yılında oskara damgasını vuran the hours'un başrolleri afiştende gördüğünüz gibi, nicole kidman, julianne more ve meryl streep'e ait. Virginia Woolf'un " Mrs. Dolloway" adlı romanının, 3 farklı kuşaktan kadını etkileyişini anlatan bir film. bu 3 kadından biri sevgili deli yazar, Woolf.

Nicole Kidman'ın filmdeki rolüyle oscar aldığını bilsem de izlerken garip bir olay oldu. ben filmde kendisini bulamadım, izledikçe zaten sizi girdap gibi içine çeken filmin cümlelerinde kaybolurken ağır vasıtalar tarafından defalarca ezilmiş gibi olmam yetmezmiş gibi bir de nerede bu Nicole diye diye filmin yarısını tamamladım.

burada kısa bir bilgi vereyim, ben kadroya baktığım zaman filmde kim hangi karatkeri oynayacağına dikkat etmem çünkü bu benim gereksiz bir tahmin etme dürtümü ortaya çıkarır mesela clarrisa'nın meryl streep olduğunu bilseydim kafamda bin tane clarissa olacaktı.

filmin yarısına geldiğimde hala Nicole Kidman'ı düşünüyordum aynı zamanda da, aklıma doubt filmindeki 7 dakikalık rolüyle en iyi yardımcı kadın oscarına aday olan Viola Davis vardı, hep dedim ki, nicole da bir gelecek pir gelecek.

ama olmadı. filmin son 10 dakikasında durdurup, imdb'ye daldım, hayranlıkla izlediğim Virginia Woolf karakterini Nicole Kidman canlandırıyormuş. zaten bu kadın kim, oscarı bu haketmiş diyerek izledim.

yani evet, bu kadar gerizekalıyım. o zaman filmden bir kaç mükemmel nokta ile tamamlayayım yazımı;

Virginia Woolf: If I were thinking clearly, Leonard, I would tell you that I wrestle alone in the dark, in the deep dark, and that only I can know. Only I can understand my condition. You live with the threat, you tell me you live with the threat of my extinction. Leonard, I live with it too.

Virginia Woolf: This is my right; it is the right of every human being. I choose not the suffocating anesthetic of the suburbs, but the violent jolt of the Capital, that is my choice. The meanest patient, yes, even the very lowest is allowed some say in the matter of her own prescription. Thereby she defines her humanity. I wish, for your sake, Leonard, I could be happy in this quietness.

betty caine

şüphesiz vardır "o", kendi bahçesi vardır, sırlarını, kapaklarını, kapılarını ve tuzaklarını ezbere bilir, hem de bloody well bilir. sonra onun oradan çıkabileceği tartışılır ama o asla oradan çıkmayacaktır. belki olur da bahar gelirse, papatyaları suyun üzerinde yüzdürür.

yukarıdaki paragraftan anlaşıldığı kadarıyla bu "o" güzel bir yerde yaşıyor, sonuçta bahçe var, su var, papatyalar var. peki hangimiz şanslıyız onun kadar ?

ölmüş bir doğayı teslim ettiler bize, belirsiz bir geleceğin apolitik çocukları olarak okuma yazmayı öğrendik darbe görmüş insanlardan. her zaman korkmayı öğrenerek bu günlere geldik. hangimiz biliyor acaba nereye gideceğini ? hangimizin belirgin bir fikri var kafasında, "bu bitsin, bunu yaparım" diyen hiçbir kimse yok etrafımda, her şeyin sonunda, "hiç işte" geliyor.

hüzünlü güverte gezileri beşinciye varamamış elimdeki kitapta, ama ben beşyüzüncüye vardım çoktan, o mükemmel doğaları, yolları, insanları sadece mükemmel kitap, film ve şarkılardan duyabiliyoruz. gidip görenler tek tük, gidip görenler şanslı mı şanssız mı bilinmiyor.

bir şeyden pişman olduğunuzda her şey daha kolay olur, eğer pişman değilim diyorsanız arkanızda bıraktığınız, yanınıza aldığınız, tekrar arkanızda bıraktığınız, bir şekilde bir kaç cümle konuştuğunuz insanların hiçbir önemi kalmıyor, insan ya gitmekten ya da geri gelmekten pişman olmalı yoksa o yol gittikçe kendine kapanıyor, sonra diyor ki, dön rüzgara, geri git, görünen o ki, ileride hiçbir şey yok, her zaman her şeyin en başına gitme isteği göçmen değil asla, hepimizde yerleşik düzen kurmuş. bu kapanan garip yolda insan kendine dökülmeye devam ediyor, içine dökülüyor. insanın hiçbir iz bırakmadığı veya hiçbir izle yola devam etmediğini anladığı an hiçbir şeyin hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağına denk düşüyor.

yazmak istemiyorum aslında ben, başka çarem yok ama. ben daha fazla öelemeyeceği için yaşamayı seçen insanlar gördüm, daha fazla göremeyeceği için kaçamayan insanlarda gördüm. katlanmayı görev edinen insanlar da gördüm. sıkıcıyım. sıkıcı olmak elimde değil. bir şekilde bir şeyleri dökmem lazım. richmond mı, yoksa ölüm mü? koşmak mı yürümek mi ? içimi dökmem lazım, yazarak.

yani sırf o dedi diye, gözlerimdeki ışıkla onu takip etmeye devam etmek mi yoksa durmak mı. bilemiyorum. artık trenlerden daha çekici gelen bir şey yok, biraz da şarkıların bitmeden tekrar başlamalarını seviyorum, saatlerce o işle uğraşabilirim, son 10 saniyesinde tekrar başa sarıyorum.

bir keresinde thom yorke kurbanı ökse otu demişti biri bana, o biri şimdi epic failler yaşamakla meşgul ben hep o günlere dönmekle. sanırım artık kendi suçlarımı aramaktan vazgeçmeliyim. yazının gittikçe boyut değiştirdiği bu yerdeyim şimdi. burada da bırakıyorum.

aha valla da bıraktım.


dağda bayırda the leaving song söyler chris, yapar cidden.

22.11.10

sylvia plath


* eskiden bu bayram tatillerinde birden karar alır bir yerlere giderdik, yolda kavga gürültü olurdu çok az, sonra ben yatan olurdum hep, ayaklarımı ablamın kucağına uzatırdım, kilolarca abur cubur yenirdi yolda, çünkü yolda ağız hep çalışmalıydı. bir de tatilin bittiğini kimse idrak edemezdi, zaten devamsızlık problemi olan bir çocuk olaraktan sürekli tatillere haftalar eklerdik, bırak okula döndüğümde kendimi derse vermeyi, hala o tatillerin etkisinden çıkabilmiş değilim. hehe, burası komikti.
ayakkabılar benim
2008





* ryan adams'a büyük haksızlık etmişim, "he yaa, wonderwall coverı var o herifin, iyi de söylemiş" derdim sorsanız, ama bugün öğrendim ki adam kalkıp sylvia plath için bile şarkı yapmış, bir de come pick me up diye bir şarkısı var ki çok iyi şarkı. bir de hazır konuya gelmişken, başlığı da kendisinin adı yapmışken şu konuya parmak basayım istiyorum, sylvia plath sorunlu bir çocukluk geçirmiş, bir dönem akıl hastanesinde bile kalmış, defalarca intihar girişiminde bulunan amerikalı bir yazar, kendisi defalarca intihar etmeye çalıştığı için gerçekten ölmek isteyip istemediği tartışılıyor hala, fakat bir insan çocuklarını yatırıp, odalarına süt ve kurabiye koyduktan sonra, gaz girmemesi için çaba harcayıp, kafasını fırına sokuyorsa ölmek istemiştir.


* peki kim bu nilgün marmara ?
58 doğumlu türk kadın şair, herkesin tanıyıp, görüp anlaması gereken bir kadın ama bu beklenti çok saçma, zira ergenlerin idolleri genelde cesaretini bacak arasına sıkıştırmış olan marla singer ve benzeri karakterler oluyor. kendisi boğaziçi üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı öğrencisiyken, sylvia plath üzerinde çalışmalar yapıyor ve zaten katlanılır bulmadığı hayatını sona erdirmek için doğru bir karakter seçtiğini söyleyebiliriz, nilgün marmara çeşitli şiir ve yazılarıyla insanları etkiledikçe, kendisi daha da dibe batarak şunu bile söyleyebilmiştir; "hepiniz mezarısınız kendinizin" sylvia hayatını anlatırken, nilgün marmara kendi hayatı hakkında düşüdüklerini yazmıştır, 29 yaşında tek bir ses bile çıkarmadan kendisini evinin balkonundan boşluğa bırakmıştır, arkasında kırık dökük cümleleriyle, ölümünden sonra cemal süreya; "bu dünyayı başka bir dünyanın bekleme odası olarak görüyordu" demiştir. yazının sonunda bu iki kadının da bir kaç sözünü paylaşacağım!




* emma thompson çok sevdiğim ingilizlerden biriydi, özellikle stranger than fiction ya da angels in america gibi yapımlarla kendisine hayran bırakmıştı, fakat gel gör ki kariyerinin en berbat rolü harry potter serisindeki sybil trelawney. olmamalıydı, o kadın emma thompson olmamalıydı. bu da böyle bir düşüncem.


*çok hızlı bir şekilde iki paket sigarayı bitirince insanın ağzının tadı değişiyormuş, şu an ketçaplı patlamış mısır yemiş gibi bir tat var ağzımda, belki de öksürüktendir bilmiyorum ama şu an bu tat var.




* 2010 yılı dahilinde gidilemeyen konserlerime midlake de eklenmek üzere, ama midlake çok önemliydi diyorum kendi kendime sürekli, hayatımın en eğitici döneminde benimle beraberdi, ama zaten bu tip dönemlerde edinilen müzikler hep o dönem çevrede olan insanlarla dinlenecekmiş gibi bir his uyandırır insanın içinde, bir gün kalkıp gelirler ülkeye ama etrafınızda o insanlardan hiçbiri neredeyse yoktur. bunu çok sevdiğiniz bir grup bulduğunuzda düşünün, aynı tahlili siz de yapacaksınız. insanlar varlardır ve yoklardır. hatta şu linki de koyayım hemen buraya; http://velevkiyasiyoruz.blogspot.com/2010/03/chasing-after-deer.html

* facebook'tan kurtulma isteğim giderek daha da hız kazandı. bilemiyorum iradem bu konuda ne diyor.

*bir uçağa binme fikridir gidiyor yine evde, reddediyorum! hele annemle hayatta uçağa binemem!

* istanbuldan çıkmak istemiyorum şu an, yani 15 gün uzaklaşma fikri bana hiç de yaratıcı gelmiyor, gerçi bana kalsa evden bile çıkmak istemiyorum hatta yataktan bile ama gel gör ki hayat idame ettirmeye çalışıyoruz. güneş görmediğimden sanırım tam 2 aydır gribim devam ediyor, öksürük, horlama gibi etmenler su yüzünde. son 10 gündür korkunç bir boğaz ağrısıyla uyanıyorum ama zaten sabahları mutlaka bir yerim ağrır.



*soul kitchen'ı izledim en sonunda, belim ağrıdı be! ne acıydı o öyle, fatih akını sevmeye devam edeceğiz! birol ünel'i de seviyoruz ama bir filminde de içmesin şu adam, nolur!


filmin en feci sahnesi.

*şimdi bu je vais bien, ne t'en fais pas filmini bir kez daha izleme vaktim geldi sanırım, aaron'un şarkısını, klibini ve daha sonra da filmi buldum. lili, zavallı lili. aslında kardeş sevgisinin anlatıldığı bir film olarak görülse de direk evlat sevgisini anlatıyor. izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. soundtrack'i zaten inanılmaz, u turn lili, mister k. iki şarkı evet. iki şarkıda birbirinden adi. soul kitchen'daki bel ağrısı gibi. günlerden bir gün, ben bu şarkıyı birden şule'ye yolladım, neden yolladığımı hatırlamıyorum, beğeneceğini anlamışım, hadi ryan adams'a bağlayalım, evet ryan adams yüzünden. yolladıktan sonra da zaten süper kültürel birikimli insanla iletişim yoğunlaştı, işten ayrılma dönemi, bol vakit ve saatlerce ya da günlerce müzik, film, dizi konuşabileceğim bir insan. daha sonralarında da yoğun iletişimi biralar, kahveler ve erkan oğurlar takip etti, oysa kendisini ilk gördüğüm yer canlı popüler müzik yapılan bir yerdi, aslında iyi bir iş başarmışız gibi duruyor bu kadar dışarıdan yorumlayınca. elimden bir kadeh daha rakı içerse her şey çok daha süper olacak. ama rakıyı bıraktım. bir çare buluruz bu duruma.

* şu ceylan özçelik beni yanında işe alsın istiyorum, tanıyan varsa söyleyiversin.


gelelim yazıyı yazma sebebime,



sylvia plath

"your body/hurts me as the world hurts god."
"I talk to God but the sky is empty. "
"Is there no way out of the mind?"
"What did my arms do before they held you?"













nilgün marmara

"burada daha ne kadar öleceğim.. gökyüzüyle yeryüzü arasında bulutu haraca kestiğiniz bu yerde, sizi sevmekte ölüyorum bayım.."
"maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın hepiniz mezarısınız kendinizin...''
"ben hakimim masum bey "
"ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!"

21.11.10

yann abi senin sigaran olayım diyorum,


diyorum diyorum ama dinletemiyorum,
monochrome be hacı

19.11.10

I don't think so

yalnızlık hadi gidelim'dir çoğu kez,
hadi n'olursun (s: 91)
hasan ali toptaş - yalnızlıklar


bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
"you'll follow me back
with the sun in your eyes"

what do I know

yazı patlattım

.

14.11.10

some girls are bigger than others

son günlerde yaşadığım binlerce saçma sapan beyin karmaşasından sonra biraz düşünmeye ara verdim daha sonra daha da kapsamlı bir şekilde devam edeceğim, şimdi biraz gülmenin vakti geldi,

some girls are bigger than others adlı efsanevi the smiths şarkısını seven bir insan olaraktan, evet hakikaten de bazı kızlar çok büyük oluyorlar, gelip sevdiğiniz adamı alıp gidiyorlar ve o kadar büyükler ki tek tokat atsalar ölebiliriz. morrissey dedi ki, " I just discovered" ben de farkettim aslında ne tip bir yaşam formülüne aşık olduğumu, aslında ben hep bu konu hakkında gülebilirim, hakkaten sürekli gülebilirim ama bazen üzerime o kadar çok karamsarlık çökmekte ki, yazarak atıyorum bunu,

son iki haftadır haddinden fazla alkol tüketimi zaten sahip olduğum uzun dakikalarca süren ve nefes almadan gülebilme yeteneğimi tekrar uyandırdı.

weeds bitti şu an itibariyle, pazartesi 6. sezon finali yayınlanacak ve tee 7. sezona kadar beklemek zorundayım, yoğun ısrarlar üzeri leverage'ı bırakıp, hustle'a geçiş yapıyorum, az sonra birinci bölümünü izleyeceğim, ev halkıyla da paylaştım bu durumu, yeni diziye başlıyor oluşum yoğun bir tedirginlik yarattı, ama sohbet gerçekten çok güzel gelişti;

televizoyda altyazı geçti, " kurban sizi allaha yakınlaştırır"

ben de neresine eline mi ayağına mı yakınlaştırır dedim, annem birden dehşetle gözlerini açtı, sanki her bayram kurban keser ve sanki 5 vakit namaz kılarmış gibi, sus ayıp dedi, sonrasında hemen, " yeni diziye başlıyorum" dedim ve annem hemen kendine geldi, emin olun eğer başlangıç dehşet dolu olmasaydı ve ben direkt diziye başlıyorum deseydim aynı dehşeti yaşayacaktı.

babamın geceleri sokağa çıkıp kaçak angusları yakalayıp satma fikri, kurbanlık timinin bas bas reklamıyla suya düştü, babamın hayalleri aynı dondurmam gaymaktaki adamın pandalar yüzünden dondurma satamaması gibi, yüksek merciler tarafından engellendi, artık yılbaşında jesus mahallelerinde kaçak hindi avına çıkarız.

neyse ya ben de bigger'ım lan gelsin karşıma, tek kelimede altı ay hayata küstürürüm, o da bana tokat atarsa altı ay komada kalırım.

ama some girls are bigger than others!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

bu kadar yazabiliyormuşum ben keyifli yazı, hadi görüşürük.

13.11.10

"oku daha hızlı oku,
aynı kendime sarılışım gibi sımsıkı bir yazı. sım sıkı."

"sizinle yaşadığım her şey kıyamet,
sizinle yaşadığım her şey cinnet,
sizinle yaşadığım her şey cinayetti."
b. keskin.

"hadi nefes alma da, her şeyi bir başka enstrümanın en keskin teline bırakalım"



bakın ellerimi hissetmeden yazıyorum, üstelik yüreğimi de hissedemiyorum, çok huzurluyum, çok! üşümeden titremek, içmeden hıçkırmak bunlar ne kadar saçma ve gereksiz şeyler, kelimeye dökmeye, bahsini açmaya bile gerek olmayan saçma vücut tepkimeleri. işte size benzemem de en az bunun kadar söz konusu.bak şimdi iki tane sonsuzluk varmış aslında, hangisine gittiğimizi kimse bilmiyor, ama tek bildiğim şey ben sizinle aynı sonsuzluğa ilerlemiyorum, inanın bana cehennemi defalarca gözlerimle gördüm, ben sizinle ne arafı yaşayabilirim ki bu saatten sonra, ben bu ızdırabın da gittiği o sonsuzluğa gitmeyeceğim, asla aynı adımları atmayacağım sizlerle bir yerden sonra.çünkü ben size hiçbir şey anlatmadıkça anlatacaklarım imkansızlaşıyor, imkansızlaştıkça ben etrafıma kilitleniyorum, o sebeple hala kendi hayatımı yaşayabilmiş değilim, her şey beni dinlememenizden kaynaklanıyor.en çok üzüldüğüm şey de, insan sandığınız varlığı çok yakından gördüğünüzü öne sürüyorsunuz, üstelik siz daha o insanın sizi göremeyeceği bir yere bile gitmemişsiniz. sanıyorsunuz ki etrafınızdaki herkes orada olmak istiyor, siz hariç, sanıyorsunuz ki, bu hayat denilen şey çok güzel. yok, ben en çok buna üzülmüyormuşum, en çok kendini kandıran insan üzüyormuş beni hakikatte.sabahları kalkıyor işinize, okulunuza gidiyorsunuz, sevgilililerinize nerede olduğunuzu haber veriyorsunuz, gün boyunca ne kendinizi, ne bir başkasını düşünüyorsunuz ve bunun kafanızın dağılması olarak algılayıp, aslında çalışmanın ve saçma sapan bir şeylerle uğraşmanın dayanılmaz bir huzur olduğunu düşünüyorsunuz, eve gittiğinizde, evdeki herhangi bir şeyi diğerlerini düşünerek tüketiyorsunuz, oysa ben evdeki herhangi bir şeyi değil, kendimi tükettim.ölümü gerçekten anladığınızı düşünüyorsunuz, ölüm korkusuyla olduğuna falan inanarak hem de, sizler kendinizin mezarlarısınız. ölümü size anlatamayacak kadar ölüyüm şu anda.
korkmayın, size zarar vermeyeceğim, size zarar vermeyen her şeye amenna zaten. ölüm sessizliğinde buldum ben ilk kendimi mesela, ölüm yoksa konuşacak bir şey de yoktur zaten, ölüm yoksa yaşam da yoktur.hiçbir şeyin, hiçbir yerlerden geldiği, kimsenin adını ağzına almayı bilmediği, kimsenin dilinin dönmediği, mantığının almadığı, hiçbir vasıtayla, hiçbir yere doğru son hızla ilerlemekteyim, televizyon karşısında tecavüzlerinizi izliyorum, ruhunuzu ezip-parçaladığınız bir düzlemde gidip geliyorsunuz, deli sikmiş gibi, oysa sende olmayan her zaman bir başkasında, kafanızdaki bütün pislik düşüncelerin burnunuzdan çıkıp atmosfere karıştığı yerde, o havayı solumak istemiyorum.bak şu anda inanılmaz bir korku kapladı içimi, duvarlar gittikçe üzerime düşmeye başlıyor, garip bir sis bulutu, sevdiğim sisten değil bu, bir tel dolanıyor, bir daha ve bir daha, şimdi falıma bakan kadın düşüp ölüyor aniden, son nefesinde bile bir şey diyemiyor, bak şimdi ay sonsuz bir aleve maruz kalıyor, parçaları saçlarıma düşüp eriyor, kafam daha da çok ağrımaya başlıyor, zamanın asla duramayacağını tekrar öğreniyorum, bir kez daha hazmetmeye çalışırken, seni sevmeye başlıyorum, seni sevmeye başlayınca herkes ölüyor, herkes öldükçe ben daha çok toprak yutuyorum, topraklar boğazımda yükseliyor, gözümden içeri giren binlerce nefret kan ağlatıyor, kulaklarımdan duyduğum bütün isyanlar bir olup dışarı çıkmaya başlıyor,biliyor musunuz, ben şu an ağlamaya başladım;bütün ama bütün nefretim, son hızla duvarla buluşup tekrar gelip bana çarpıyor, sonsuz bir sancıyla yerde yuvarlanıyorum, kafamın arkasında sizler, nefesiniz tutmuşsunuz, tanrım, ilk defa güzel bir koku alıyorum nefessizlikte, çünkü kokuların her biri, geçmişte bana güzel şeyleri hatırlatan günlerden oluşuyor.
kafamın arkasından yükselen garip dumana şaşırıyorsunuz, bütün temiz hava gidiyor, neydi bu duman sorusuyla boğuşurken ben çok daha fazla ağlamaya başlıyorum, az önce ayın sonsuz alevini söndürdüm saçlarımla, düşüncelerim gibi kuzgun rengi saçlarıma yenildi alevler. ilk başta yatağım buz kaplanacak, daha sonra ciğerlerim, her duman çekişimde bir parçamı daha yitireceğim, bir buzul daha parçalanacak karadan, bir güzel kare daha silinecek hafızamdan, daha sonra parmak uçlarım, dokunduğum her şeyi buza çevireceğim ve en sonunda size olan sevgim buz olacak, ondan sonrası parça pinçik. Yolunmuş derilerinizin altında gördüklerinize inanamayacak kadar sahte olacaksınız, son bir hamle daha. gittikçe daha çok sahteleşecek ve daha çok buza benzeyeceksiniz.bir dakika durun, ben zaten soğuk severim. sıcak olduğunda kötü kareler kıvılcımlanır, çünkü güneş geçirebilirim içime, onlar tüm yaz birikir, sıcak suda kaynar, kaynadıkça iman gücüm azalaır, bütün peygamberleri tek tek ağlarken görürüm. sonra hepsinin sonu gelir.işte bu yüzden parmaklarımın buzdan sarkıt oluşları.bakın, daha da yakından bakın, ne diyorum ki ben? sizin göz ucuyla bile bakmaya cesaretiniz yokken.evet sahteleşmeye devam ediyorsunuz, kaçma planlarınızla yakınlaşıp, aslında kimsenin yalnız olmadığını söylüyorsunuz, bulunduğumuz durumun ne kadar da güzel olduğunu anlatıyorsunuz kendiniz nasıl da kandırıyorsunuz, tek istediğiniz hiçbir sorumluluğu almamakken, bana neyi anlatmaya çalışıyorsunuz.beni kandıramayacak kadar sığ olduğunuzu ne zaman fark edeceksiniz acaba ? ben kimseye güvenmem diyerek, yastığınızın altında saatlerce ağladığınız günleri ne zaman itiraf edeceksiniz.bakın sizden ne kadar da nefret ediyorum; durun nolur, gelmeyin üzerime, hiçbirinize fazla yük olmayacağım, sizler anlamamaya devam edin. ben bunları yazacak kadar iyi ama aslında kötü durumda olmaya devam edeyim, kafamın aslında ne kadar hızlı döndüğünü düşünerek ve ne kadar da huzurlu uyuyacağımı düşünerek, paçalarımla yerleri silerek aslında benim olmayan yatağa gideyim ve kafamı yastığa koyayım. şimdi okul bahçesinde koşuyorum, az sonra arabaya bindiriliyorum, daha sonra tekrar arabalara bindirilip aslında çok yabancı olduğum odalara koyuluyorum, daha sonra arkadaşlarımı özlüyorum, tek kişinin bile olmadığı bir yere geliyorum, bütün yaz daha çok kaynıyorum, ama baba ben oyun oynayacaktım, hem belki de o ranzayı atmamalıydık, aslında her şey küçük bir değişiklikle gelmiştir zaman durdu şu anda burada biraz önce durmayacağını anlamıştım aslında şimdi tekrar unuttum artık noktalama işaretleri de yok evdekiler bana bırakmamışlar ben nasıl kendimi bırakmadıysam zaman tekrar çalışmaya başlıyor TAK! cama bir güvercin çarpıyor ağlıyorum bağırıyorum tanımadığım bir çocuk sakin ol sakin ol diyor kaderi diyor bilmediğim bir yerde serçe sesleriyle kahveler içiyorum yerlere pırlanta yağmış sanki burada ve burada hiçbir kimseye ihtiyaç duymuyorum sadece bu sessizlik güzel sadece bu sessizliğin içinde oluşum güzel sonra her şey tekrar değişiyor ben ıslak asfaltlarda bulutların üzerinde yürüdüğümü görebiliyorum çünkü su birikintisine yansıyor ağaç dalları ve bulutlar ama o bulutlar nasıl güzeldi size anlatmamın hiçbir imkanı yok sonra bir otomatik kapının eşiğinde yığılıyorum kaliteli zemine en yakın arkadaşlarımdan birinin en ağır kaybını o dakika da yaşıyorum ve ilk defa hem kendimi tüketmiyorum her bağırışımda her isyanımda bir kere daha tamamlanıyorum hem de kimse benim anlattıklarımın imkansızlığını görmüyor daha sonra kilitler tekrar vuruluyor kapılara ne bir gelen ne bir giden sokaktaki ağacın yaprakları camıma vurduğunda bile sen geldin sanıp cama koşmuyorum artık hiçbir yere koşmuyorum zaten sonra konuşmamaktan sesim kesiliyor her sesim kısılışında bir eklemim daha kırılıyor artık toparlanma vakti bilgisayar başındayım iş para falan karşımdaki cama bir serçe çarpıyor intihar ediyor kaybolmuş gibiydi en son bana bakıyordu bana bakara kendini öldürdü bana bakarak kaybolduğunu anlayıp kafasını cama çarptı anında öldü saatlerce ona baktım kimsenin ne dediğini duyamayacak kadar kan dolmuştu kulaklarım kuşun sifona gidişini göremeyecek kadar kan dolmuştu gözlerim hala mı insanları tanıdığızı düşünüyorsunuz irkilebilecek cesaret dahi yok sizde rıhtımda suya bakıyorum bir martı yüzüyor haddinden fazla yüzüyor çünkü aslında ölmüş nasıl öldüğünü görememiştim sadece cesedini görmüştüm önce bir saniyelik ölüm sonra göz göre göre gelen ölüm ve en sonunda da geç kalınmış bir ömür eşyalarımı toparladım kendime gidiyorum uzun süre yerleşmeyi falan düşünüyorum doğum günü kalemimle duvarlara yazılar yazmak nefeslerimi cam kaseler içinde saklamak istiyorum kafamın arkasından sürekli o ayın dumanı çıksın istiyorum noktalama işaretlerini geri istiyorum ne başı var bu yazının ne sonu gittikçe daha da dibe ineceğim ben ben indikçe sizin korkaklığınızla yüzleşeceğim aslında ben hiç durmadan dönen bir şarkı istiyorum diaframlarıma bile yerleşsin şarkı içimi açtıklarında göğe yükselsin başımda düşünsünler yine korksunlar hep korkunuz itinayla korkunuz şimdi zaman tekrar durdu düşüncelerime hakim olamıyorum benden çok daha hızlı ilerliyorlar nefret çok daha hızlı çarpıyor her dönüşünde birden kapının açılma sesini duyuyorum ve artık ben harfleri de göremi

12.11.10

rita baksaydı, retinalarınızı yırtardı!

sevdiğim iki ulu adamla dolduruyorum burayı, şu an da bunu yapıyorum;

Çarmıha gerilişten ayrıntı;

annemi özledim.özlemi anlıyorum.anlıyorum zenit bana ne söylediydi,hatırlanamıyor.kurumlar ve kuramlar beni anneme üzüyor.bende şiir yazabilme kaabiliyeti varmış,öyle söylüyorlar.ne dediğimi bilmemek istiyorum.boş başıma dolaşmak istiyorum.sosyalleşmek istememek gibi bir hak tanınmak istendiriliyorduğum.sahipsizim.sonra sokakta dolaşırken her şeyi rasyonalize etmek durumunda kalıyorum.bazı kediler rasyonalize olmak istemiyorlar.annem rasyonel ne demek,ağlamıyor.kendimi bana bırakmak istiyorum.annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum.kızlar bana yaklaşmakta zorluk çekiyorlar.köfteci de öyle.o da bana yaklaşmakta zorluk çekiyor.canım akşamları daha çok sıkılıyor.annem daha çok.akşamları hava siyah oluyor.havaya bakıyorum.hava bana bakıyor.bana salık verilecek sevgiliyi doğrudan reddetmek durumundayım.kızlar bana önem vermemek konusunda tutarlılar.köfteci de öyle.o da bana önem vermemek konusunda tutarlı.annemi özleyince,annem yok ya hani,böylece hayati'ye bakıp,hayati'ye bakıyorum işte.yani şey oluyor.hayati benim hayatımda etkili bir yere sahipmiş ben de hani hayati'ye bakıyorum ya,hah,işte hayati'nin yani şey.sonra dışarı bakınca bir küçük irrasyonel kedi görüyorum.kedi bana aç aç bakıyor.ben ona artık annemi özlediğim için konuşmak istemediğimi ancak rasyonel anne kedisiyle gidip korkunca istemediğim kitaplar okuyup anlamadığım annelere saygı duyuyorum.ataya saygı hamurumun içinde varmış.benim hamurum orda.annem beni sevip özler.ben de böylece peşinden gidemem.sonra annemi de rasyo..neyse..

ah muhsin ünlü


28

yaşamında şunları da yaşayabileceksin:
1) birisini, ona söyleyecek bir şey bulamadığın için aramak...
2) birisini, onu artık görmeyeceğini söylemek için beklemek...
3) birisini, onu görmemeye dayanamadığın için terketmek...

neler yaşamayacaksın ki!...

33

"yaşamda kimse paylaşmayacak -paylaşamayacak- senin tutkularını : onları , hep, yaşayıp yaşayıp unutacaksın.

yalnız, yaşayacaksın;
yalnız yaşayacaksın..."

Oruç Aruoba

de ki işte