7.1.13

n.

sabahları boynumun sağına vuran ağrı ile uyanıyorum. gece alkol mü aldım diye düşünüyorum. cevabı bulana kadar ayılıyorum. ayılınca cevabı bulmama gerek kalmıyor. yataktan çıkıp, kıyafetlerimi değiştiriyorum. kulağımda aynı uğultu. işe gidiyorum. ofis, masalar, klavyeler, telefonlar, sesler, ayaklar, kafalar. sigara ve yemek molaları. kar yağması ve kar durması. kar duyması. güneş açması. pencereden bakıp dışarıyı çok beğeniyorum. önüme dönüp, önümden nefret ediyorum. kulağımda aynı uğultu.
bütün eve dönenlere..
sonunda herkes evine dönüyor bence. annem ne oldu diye soruyor. ne oldu diye sorma anne diyorum. neden diye sor. sorma olanı biteni, beni sor. içime bak. ya da bakma, sokağa çık insanlara bak. ben kimim senin için? o insanlar işte sokaktaki o suratlar. kışın çok net göremediğin. yazın apaçık sokaklarda dolanan o insanlara bak. anlayacaksın ne olduğunu. ben günde en az 15 kere arkamdan biri beni son hızla itermiş gibi oluyorum. öğrendiğim şeylerden sıkılıyorum. müziklere kızıyorum. kendi içimi dinlemeden olmuyor. kendimi dinlemekten yoruluyorum. kitaplara kızıyorum çok. ne olmuştu, zenit ne demişti diye hayatım biterken. hep otomobil çarpsın coşkusuyla arkadaşlarımı seviyorum. arkadaşlarımı sevdikçe, dayak yemekten beter oluyorum.
eve gelince hep gitmediğim o yeri düşünüyorum. tek soba karşısında, delik deşik deriler ve sigara dumanı arasında duran o masa ve etrafındakiler. biri kafasına bere takmış, deriyi delerken, kendi eteğini de deliyor. çay içeyim diyorum, çay? simit de olur belki. yeriz simit. canım benim. merdivenlerden çıkarken arkamı dönüp bağırıyorum, “kıyamet de kopmadı ya?” sus be manyak diyorlar kahkahalarla.. bence tam koparken biri bizi kurtardı diyorum, yandan yandan sırıtarak, “bi’ elime geçirirsem pezevengi…” kahkahalar eşliğinde yokuşlu soğuk sokağa yöneliyorum. sağımda o ağrı, kulağımda aynı uğultu. adımlarımı çok dikkatli atıyorum, karşıdan karşıya geçerken adamın biriyle çarpışıyorum, birbirimize bakıp gülüyoruz. ben koşmalıyım, yoksa ezileceğim. vapura çok uzun zamandır binmediğim gerçeği beni biraz üzüyor. vapurda giderken ellerime bakıyorum yine.
kesif kokuyla uyanıyorum. anne bana ne olur, ne oldu diye sorma! hafızamı silsinler diye merkezler aradım çok uzun süre, kendimi sıfır km’de buldum. çömelip fotoğraf çektirdim. madrid. eve ağlayarak gelmekten hoşlanmıyorum. soğuk biraz fazla zorladı bugün. sinirlerim gerildi hep. udi bir adam parmaklarımı çekse, nihavendlerin en’inden sesler duyulabilirdi. tizler ve baslar. ah, biri dokunsaydı ellerime. boynumun sağında yine o ağrı.

25.10.11

bir edip

"vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
vaktinde anlamanın sevinci mi
ya da biraz geç kalmanın
o gereksiz tedirginliği mi
hangisi

ama belli ki sonundayız herşeyin
en sonunda."


edip cansever

20.10.11

baddour.

kalp atışları. dur ve dinle. dinlerken dile. dileklerin, boyunu aşıyor.
bir nar. tek bir nar tanesi, ortasından bıçak geçmiş, lanet olsun. doğru düzgün içine ulaşılmıyor ki.

"ben sekizinci henri'yim
sekizinci henri'yim ben..."


annem ve babamın doğduğu yıla gömdüm varlığımı. nehirlerimi dökmem mi lazım. bazı şeyleri tanımlamak için. bazı şeylerden vazgeçebilirim..

kimi rüyalarımı anlatabilmek için, çoğu şeyden vazgeçebilirim. sürç-ü lisan. sürçmek. sürüyle rüya. sürüyle. anlatabilmek. keşke o masa etrafında gördüklerimi dile dökebilsem. bir kere denesem?

kafam, bir nar. elleriyle, tek tek, her zerreme, her dokuma ulaştılar sonunda, sonunda her tanemi yaraladılar. dürttüler. nar. sen hiç nar inceledin mi?

gel, nar yiyelim.

bir haziran kaosunda, bir temmuz ateşinde, bir ağustos sabahında sürekli değişen bir hayat. bu üç ayın üç vakitli kaput zamanları. epic fail (çok moda oldu bu).

ben renklerimi hazirandan toplamak istemiştim aslında. okul bahçesinin dağıldığı bir aydı. ben renklerimi tek tek toparlamak istemiştim bahardan. sonbaharda doğarak yitirdiğim, eksik bir kaç rengim, biraz da ışığım vardı. stardust izledim. ışık yine yeterli gelemedi. bazı şeyler çok yönlü olmakta. herhangi bir yuvarlağın köşesi olmaz. herhangi bir yuvarlağın, bir odanın, köşeleri, vurup duruyorum. oysa içimde nar var demiştim. şimdi gördüğüm ve anladığım şey şu;

senin de içinde nar var. ve malesef, dürtmeden dökülmüyor taneleri. veya herhangi bir bıçak darbesiyle, kanamıyor tanelerin. ben sana hiç nar ayıklamadım. nar açmam lazım sana. karşıma otur, kollarını birleştir. ayaklarını uzat ya da uzak. uzaklaş. izle.

kalp atışlarımı dinliyorum. ciğerlerimin donukluğu ve hissizliğim. yağmur yağdığında gökyüzünde yürür insan. şimdi siz bazen, vakit geçmiyor falan. böyle mutsuz oluyorsunuz. beni çok dar bir odaya sıkıştırıyorlar o zaman. ne yapacağımı şaşırıyorum. ne diyeceğimi karıştırıyorum. bazı piyano dokunuşlarında ağlayabiliyorsunuz mesela. nar içi. claud. claude, chalhoub.


ölmemekle meşgulüm. olurda buna devam edersem.
düşünmek bile çok fena.

saatlerce ready able dinlediğim bazı günler var, annemi koltuğa oturtup, karşısına geçip onu izlediğim günler var, ağlarken çok daha güzel olduğunu farkettiğim anlar var, susturmak için hiçbir şeyin işe yaramadığı bazı anlar var. "görüşürüz" dediğimde bana ağlıyor olmasına rağmen cevap verdiği günler var. o zaman kapı, viyana kapılarına benziyor, kuşatılmış ülkelerin kapılarına benziyor. üstelik, açması gereken kişi de, kapaması gereken kişi de ben oluyorum. annem ağlarken bana çok otomobil çarpsın coşkusu doğuyor. annem üzülürken bana çok tirenler çarpsın diyorum.

öyle günler, nasıl davranacağımı bilemiyorum yine, saçma sapan sözler çıkıyor ağzımdan. bazı şeylerin boşa yaşandığını öğrenmek ailece ışık azalması yaşattı bize.

mesela 7 sene boşuna sürünmüşüz falan. yani, çok ilginç bence. böyle şeyler filmlerde olur ve filmdeki kahramanlar bunu öğrenmezler normalde. bir şeyi bok yere yaşadıklarını sadece seyirci öğrenir, ironik bir gülümseme belirir suratlarında, filmi tartışarak salondan çıkarlar ve bir şeyler içmeye giderler. bazı şeyleri yüz yüze yapamıyor oluşum umrumda değil, bari nasıl davranmam gerektiğini söylesin biri bana.

daha fazla nah ağırlaşmayacakmışım. şimdi de rezil oldum.

bu yazdıklarım, kime nereye yol olur bilemiyorum. şimdi bu yazıyı bitirdikten sonra okuyup, ağlayacağım. sonra en iyisi, arzu'ya yazayım bir şeyler.

17.10.11

kaybolması için varolması lazım birinin işte.

dedi az önce selçuk yöntem, televizyonu kapattım, asabımı bozmaya hazır değilim. migren tuttuğu zaman zaten günlerce hassas bir yumurta gibi geziniyorum. her göz kırpışımda kırılıyor ve dağılıyorum.

hemen san jose'ye girişiyorum. hem de son ses, annem kahkaha atıyor ona 6. kulvardan gelen honda esprisi yapmıştım çünkü. elimi domates sosuyla yakıyorum, ne oldu diye sorması için 5 dakika bekliyoruz. sonra ben diyorum ki keşke yarın sabah sorsaydın. sonra gülüyoruz, sonra tekrar gülüyoruz. benim gözlerim de annem gibi kırışacak sürekli aynı şeylere gülüyoruz çünkü. bana çok gençsin çok yaşlı hissediyorsun diye bakıyor. ben de sen de çok mu acı çekiyorsun diye bakıyorum. sonra sorularımız havada çarpışıyor ve salonda üçlü olan avizenin üçüncüsü kendiliğinden yanıyor. sorun ne zaten bilmiyoruz, gülünce, öksürünce falan kendiliğinden yanıyor. ortalık durulunca tekrar sönüyor. zaten biz ışık sevmeyiz. karanlık her zaman daha iyidir çünkü.

içimdeki müzikleri bir şırıngaya dolduruyorum ve elimi uzattığım yer yastığımın altı oluyor. san josenin sonunda içimde alkışlar kopuyor. beni ve şarkıyı alkışlıyoruz sonra slovenya doğuyor birden gözümün önünde sonra rüya gördüğüm yastığı değiştiriyorum. o çok doldu artık. bir başka yastıkta biriktirmeye başlıyorum. bazen çok korkuyorum, bazen çok seviyorum rüyaları. yastıkları saklıyorum çünkü rüya göremeyenlere vereceğim. morrissey'den öğrendim. insanlar yastıklarını değiştirmeliymiş bazen. anlatamadıklarını anlatırlarmış birbirlerine. kaybolmadığımı da anladım ben, kaybolmak için varolmanın kavramına ulaştım.

şimdi sırada reklamlar var. ilaç reklamları, içi ilaçla dolmuş oyuncak bebeklerin reklamları. bütün lekeleri silen ama anıları silemeyen deterjanların reklamları, hiçbir yere varamadığın, koşu bandı gibi olan yolların reklamları, daha sonra radiohead dinleyen insanların belgeselleri başlayacak, sonra savaş reklamlarını son ses izleyeceğiz, siz de öldürün diyecekler, öğreneceğiz. fiyatlarının paha biçilemez olduğu sevgilerin market reyonlarında fırsat ürünü olduğunu öğreneceğiz, sonra arkadaşlıkların sonsuzluğunun reklamları yapılacak hastane bahçelerinde, odalarında.
acil servis kılavuzu dağıtılacak. ağlamak üzerine çıkıp konuşmalar yapılacak, televizyonlarımızı çok seveceğiz.

sonrası müzik kuşağı. sesini ne kadar açarsak açalım o kadar sessizleşecek sokaklar. elektirk direklerinin insan asmak için yapıldığını o yüzden bu kadar çok olduklarını anlayıp uykuya döneceğiz. sonsuza dek asılmayı bekleyeceğiz. nefes alamayacak hale geldiğimiz de dünyanın yaşanılabilir kılan adasını bulamayacağız haritada olmadığı için.

biz yine güleriz. kalabalıklara alışmaya başlıyorum sanırım.

9.10.11

beni erken öldürün.

yaşadıklarımdan öğrendiğim hiçbir şey yok diyemem. birkaç şey biliyorum. çok sigara içersem mesela ağzımın tadı gidiyor.

biri bir yere gittiğinde onu beklememek lazım. beklesen bile biraz içine atman hayırlı olur. seni mutlu eden şeyin arkasında dur bence. mutlu olduğun yerde dikil. mutlu olduğun için savaş.

bazı şeyleri bazı şeylerin hatrına söylemekten vazgeçme, suçlanabilir ve çok kolay yargınalabilirsin. kimse anlamaya yanaşmaz çünkü. çıkmaz sokaktır onların işi, çıkmaz sokaklara sürükleyene kadar yargılarlar, umursadıkları tek şey ne kadar değer verilen varlıklar olduğudur çünkü, hep onaylanma arzusuyla yanıp tutuşur, katı kurallar dizerler. hayatın anlamını bildiğimden dolayı anlamsız rüyalarımı gerçek sanmaya ve onlarda da kusur aramaya başladım.

thank you! ama burası bence avrupa değil, yani arabalar durana kadar karşıya geçmemeliyiz. mesela ben aslında biraz yazamıyorum ve insan yazamadığı zaman yazmaya çaba harcamamalı.

şu seneleri de bir kenara bırakın artık. bir senede tanıyamadığınız insan da vardır, tek görüşte tanıdığınız insan da vardır. böyle şeyler vardır. 1 ayda aşık olup evlenebilir insanlar, 5 yıl sevgi içinde yuvarlanıp, "oha" diyerek kaçabilirler olay yerinden. kimi 15 yıl dost kalabilir, kimi 5 gün kalır. kopukluk dostluğu bitirmez. KOPUKLUK DOSTLUĞU BİTİRMEZ. bazı şeyler sadece anlamsızlaşır ve içi boşalır değerlerin. kimi 15 günde dost olabilir. şu paylaşım denen meseleyi kurcalayın biraz. her şey önemli olmak ve onaylanmak değil. tanrım nolur artık birbirinizi onaylamaktan vazgeçin. çünkü gün geldiğinde birbirinizi onaylayan tek varlıklar birbiriniz olacaksınız.

son kez bunu demek istiyorum;

sevgi dediğiniz şey, o sizin sandığınız şey değil.
valla değil.
gerçi biraz anlaşılsam, zaten bunları tekrarlamama gerek kalmayacak. kopukluk ve bazı şeyler dost dediğiniz zaman onu dememiş saymaya sebep değildir.

bazı alıntılar yapasım geldi;

"Bazı akşamlar telefon açıyordum. İçeride kim varsa muhabbet ediyordum. Bazen onlar kafayı bulup beni arıyorlardı. Yıllar geçtikçe koptuk. Bir ara sokakta, uzun zaman önce terk edilmiş, lastikleri patlak bir arabanın ne anlamı varsa, o günlerin de öyle bir anlamı var şimdi."

"Altı yaşında bir yaprağa dokundum ve dedim ki sevgili yaprak seni hiç unutmayacağım."

"Beni al Tanrı’nın huzuruna çıkar. Ben de ona diyeyim ki, “Tanrım. Beni olduğum gibi kabul edebilecek bir Tanrı’ya her zaman inanabilirim.” O da bana, “Yürü git o zaman şeytanla görüş huzurumda ne işin var alla alla,” desin. “Kim soktu lan bunu içeri megalomana bak,” diye söylenirken biz şeytanın yanına gidelim. Sen de şeytana de ki, “Şeytan kardeş, sonuçta sen de bir melektin ama iktidar hırsın vardı. Şeytanı şeytan yapan iktidar hırsıdır. Eski günlerini özlüyor musun?” Şeytan da sana, “Sen kaç yaşındasın güzelim?” diye sorsun. “Otuz dört,” de, otuz beş olduğun halde. Şeytanın gözleri dolsun ama çaktırmasın bizi gene zamanın içine sepetlesin. Orada bir çay molası verelim geceyi bekleyelim. O gece beni al kardeşlerinin acılarıyla çarp sonra kendi yaralarına sar. Biraz sustur, biraz soğuk davran, biraz da teyzem ol. Konuşabilecek gücümüz varsa ağladıklarımız yalan. Sahiden bak. Beni al biraz sarhoş et biraz saçlarına tak biraz da yağmurların peşinden koştur. Beni al erken öldür mutsuzluk uzun sürmez."


mutsuzluk uzun sürmez, müzik açarsın, iki ses duyarsın. mutlu olursun.
müzik önemli.

1.8.11

rubber and soul

bostancı tren yolunun tam karşısındayım. esiyor. rakı bitmek üzere. ben bira içiyorum. iki tane insan var yanımda. garip bir bağları var. henüz anlayabilmiş değilim. anlamam belki de hiç fakat hiç oradan kalkasım yok. hiç ama. karnım acıkmıyor. nefesim azalmıyor. sıcak değil esiyor. biralarım bitmek bilmiyor. garson yarım olan biramı yere döküyor. sonra yenisini getirmek zorunda kalıyor. biralarım bitmiyorlar. bitmeden doluyorlar. gülüyorlar ve gülüyorlar. anlatıyorum.. hava aydınlanana kadar bir şeyler ve bir şeyler..

biliyordum diyor o gün sen hiç iyi değildin. annem ve babam sana gülmeyi beklerken, sen o huzursuz kederinle masanın kenarında oturup uzun süre bizi izledin diyor. biliyordum diyor. içinin sıkıntısını biliyordum diyor. beni sevmekten vazgeçme diyor bir de. ben de beni bu şekilde anlamaya devam ettiğin sürece sorun yok diyorum. o gece beni üzen tek cümleyi çekip çıkarıyor;

"bu muydu komik diye anlattığınız nazlı?"

25.7.11

can sıkıntısı

Sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var.
Gözleri bilançolar, manzumeler, ilamlar,
Romanslar, sevgi talan mektuplar, makbuzlara
Sarılı gür saçlara dolu bir büyük masa,
Saklamaz daha çok sır üzüntülü kafamdan,
Bu bir ehram, bir mahzen, öylesine kocaman,
Fakirler çukurundan daha çok ölüleri,
-Ben ayın tiksindiği bi rmezarlığım şimdi; -
Orda azaplar gibi sürünür uzun kurtlar,
En can alıcı ölülerime boyuna saldırırlar
Solmuş güllerle dolu eski bir odayım ben,
İçindeki eşyanın yıllar geçmiş üstünden,
Orda üzgün pasteller, uçuk renkli Boucher'ler,
Dağılan bir kokuyu içlerine çekerler

Bıkkınlığın yemişi, dinmez can sıkıntısı,
Ölümsüzlüğün sonsuz ölçüsünü aldı mı?
Karlı yılların ağır yumakları altında,
Topal günleri geçmez hiçbir şey uzunlukta.
-Artık ey canlı madde! belirsiz bir dehşetin
Sardığı bir kayadan başka bir şey değilsin.
Bir sisli kum çölünün dibinde uyuklarsın,
Bir sfenks ki meçhulu aldırışsız dünyanın;
Har'tada unutulmuş ama hırçın sesiyle
Yalnız şarkılar söyler, batıp giden güneşe.

Charles Baudelaire

16.7.11

sleeping in the fire

bazen, depremi hissediyorum, oturduğum yerde. depremi duyuyorum. biraz başım dönüyor önce, sonra yavaşça kabulleniyorum. nabzımın ne kadar yükseldiği, kanımdaki demirin ne kadar azaldığı veya başımın ağrısının daha ne kadar süreceğini çoğu zaman umursamıyorum. elimden gelen neyse onu yapmayı seviyorum. elimden gelen sizi ancak bu kadar iyi hissettiriyorsa, bunu umursamıyorum.

hiçbirinizin görmediği gözleri, gece karanlığında gerçekten korkmayı, herhangi bir er'in ölmek hariç askerde yaşayacağı tüm işkenceleri neredeyse bir bir yaşadım, üstelik benim bir şeyi öğrenmem için çok erkendi, hatta o tip şeyleri öğrenmeden hayatta kalabilirdim. çünkü kalabilen insanlar var, çok güzeller. çok sadeler. garipliğe dair çok şey bilmiyorlar. iç acılarının toplamı ellerimin parmaklarıyla sayabileceğim kadar. o insanların etrafımda olmasından dolayı hissettiğim derin huzuru kısa şarkılar bozuyor, nefesimin kesilmeleri bozuyor. her şeyin altından kalkan insanoğlu duraksıyor. ben tekliyorum. tek tek, tek bırakılıyorum.

dokunamadığım hatıralarımın üzerine, hatırlamak istemediğim anlar biniyor, herhangi bir gün birini aramam gerekiyor ve arıyorum. ve konuşuyorum ve suratına gülüyorum. o insan aslında bana zamanında öyle bir ihanet etmiş oluyor ki, hem de belki 12 yaşımdayken ben, ya da 18 yaşımdayken. her şeye sustum ben ve devam ettim. gülümsemeye devam ettim.

ben o kadar çok şeyi görmezden geldim ki, söylenen herhangi bir şeyin bana zarar verebileceğine inanmıyordum, kalbimin yerine demir koyduğuma adım kadar emindim, parmak uçlarımın ateşin sıcaklığını hissedemeyecek kadar zamanında yandıklarını biliyordum. herhangi bir ihanet veya yalana asla dokunmayacağımı biliyordum. ben çoğu şeyi biliyordum. ama gel gör ki iflasın eşiğindeki herhangi bir patron gibi, hayatımın tüm kontrolünü yitirdim. üzülmeyeceğim şeyler gece yarısı kafamın içinde bağırmaya başladılar. her uykum, ani bir nefretle bölündü. herhangi bir şey dikkatiğimi dağıttı her an yalandı, dikkatimi dağıtan tek şey hatırladıklarım oldu, hatırladıklarım ve içime atamadıklarım. yine kısa şarkılar üzdüler beni. dizlerimin üzerinde herhangi bir sokakta çığlık atmadım kimseye, kimsenin karşısına geçip, bana yaptıklarını anlatmadım, kimsenin yüzüne bana söylediği yalanları vurmadım. bildiğim sırları sonsuza dek yok ettim dilimden. duyduğum sır, dilime gelemedi hiçbir zaman. kilitleyip dolapların altına sakladım. bensiz açılmayacak şekilde.

sustum çünkü konuşsaydım, eğer söyleseydim dilime gelenleri, bundan önce sustuğum tüm ihanetlere ayıp olacaktı. bütün o korku dolu anlarıma, bütün o yalnızlıktan çıldırmak üzere kendimi soğuk suyun altında saatlerce oturttuğum anlara ayıp olacaktı. neden sustun? çünkü susmam gerekiyordu. eğer konuşmaya başlasaydım çocukluğumun tüm söküklerini sökük bıraktığım, buna göz yumduğum için zaten yaşamayı beceremediğim hayat daha da zorlaşacaktı. hayatta hiçbir arkadaşıma isyan edemedim.

tek istediğim, yanımda durabilmeniz ve soru sormamanızdı. siz saçmaladınız.
bakın şimdi ne kadar üzgünüm.

14.7.11