29.5.10

ve ben cooper..

bir gün bu yazıyı tamamlayacağım...




There, along the road, was a tiny home
The yard held dead machines behind its fences
Like they were it's kids
Broken down, but still worth a lot to someone
It made me stop and grin

Light from a dying moon
It blurs our eyes
And we wear a cape of fireflies
And after the world's in bed
All the ghosts come sing along
But we'll forget them
When the morning comes

And I slept on the ocean last night
I could see you all, and you all were dancing sideways
Your feet stuck to the skies
And I could see the airplanes dance behind your eyes
And I was glad I found the time

25.5.10

ne yazar ?

bir gün gelecek elbet
ütopyalar güzeldir....

the end of the music...

(müziğin kafayı yedirme hızı saatte 120 kilometre. bende kafa kalmadı.)


2003 yılında, sabaha karşı 5'te izlediğim elephant aklıma geldi bugün birden, saatin geç olmasından mıdır nedir, sinirlerim pek bir gevşekti filmi izlerken, gözlerim sürekli doluydu ve o yüzden de filmi pek net görebildiğim söylenemez. sıradan bir okul gününü izliyoruz, hatta o kadar sıradan ki, gerçek. fazla gerçek. gerçek olduğu için de daha çok sinir bozucu. oysaki alex piyanoda "für elise" çalarken fazla kibar ve normal bir çocuktu...

demek ki müziğin iyileştirme özelliği kadar, kafayı yedirtme özelliğini inkar etmek yersiz olacak..zaten bana bakınca da bu görülebilir. o zaman "şiddete meyyalim vallahi dertten" diyerek insanlığa dönüyorum...

bu son bir kaç cümlemden sonra, insanlarla kesinlikle ilgilenmeyi bırakıyorum, kimsenin ne yaptığı umrumda değil.. her zaman anlayışlı olarak yaklaşmaya çalıştım herkese, yerli asabiyete her zaman hayranımdır zaten ama yersiz yersiz azarlanmaktan artık bana fenalık geldi, ben arkadaş olmaya çalışırken stres topuna çevrildim, sabahın 9'unda bir akşam önce sevgilinle kavga ettin diye sinirini benden çıkaramazsın, çünkü ben bu yersiz salak saçma sorunlarınızın varlığının sadece boş kafalarınızı doldurmak için olduğunu biliyorum, hiçbir şey düşünemeyecek hale geldiğinizde küçücük bir nokta yüzünden bile saçma hareketlenmelere geçiyorsunuz çünkü hayatınızda başka harekete geçirecek bir şey yok.. kendinizi tanımadan doğup kendinizi tanımadan ölüyorsunuz... kendinizi merak bile etmiyorsunuz sadece beğendiğiniz bir şey gibi olmaya çalışıyorsunuz ama kendinize seçtikleriniz sadece vitrin mankenleri... kafanızın boşluğunda o kadar hızlı döndüm ki, midem bulandı.

artk hiçbirinizle ilgilenmiyorum...

21.5.10

wereyda


ben bir ara bu şekilde öleceğimize inanmıştım, ayı gibi içmek terimini daha yeni kafama soktuğum vakitlerdi. o kadar her şeyi boşvermiş bir durumdaydım ki, (evet, o benim her şeyi boş vermiş halimdi) fotoğraftan görüldüğü üzere hep benden öndeydin, ben bir taneyi bitirirken sen 2incinin sonuna geliyordun. insan değilsin.. şimdi ben biraz o günleri özledim, o kadar ucuza içmeyi, istediğim şarkıların oturduğum mekanda çalmasını falan. (diğer konuyla alakalı bir özlem yok, yanlış anlaşılmasın)

wereyda demek benim için, bütün gördüğüm insanların ötesinde olabilmek demek. her şeyden farklı olabilmek demek, fazla zeka ile gelen cesaret ve güven demek. baktım da kasım ayından beri ben bu herifin şarkılarını dinliyorum, bu herifin dediklerini okuyorum, kendimde değilim zaten artık pek... bugün "bright future" dinlerken kendisine söz verdiğim yazı geldi aklıma, artık yaz dedim, yaz da bir sözünü de tutmuş ol..

adını duyduğumdan, tanıştığım güne kadar nefret ettim kendisinden, saçma sapan bir sebep için, hep geri çektim kendimi, senin ulaşmış olduğun o yerden korktum, şimdi sadece " wereyda haklıydı" diyorum...

parlak bir gelecek istemiyor oluşundan dolayı bu adam çok haklı, parlak geleceği ne etsin ki? bir apartman dairesinde yaşa, sabah 9 akşam 7 işe git, gel. servislere bin, öğlen yemek yemeye çık, akşam eve gel, televizyon izle, gittikçe yükseldiğini sanarken sömürsünler seni.. bu hayat wereyda'nın hayatı değil, bu kimsenin isteyeceği bir gelecek değil zaten..bu itildiğimiz gelecek.. parlak gelecek, düşünülmeyen gelecektir, "ben ne olacağım" korkusunu barındırmayan gelecektir.

ben ki fazla hızlı ilerlediğimi düşünerek arada sırada korku nöbetlerine tutuluyorum, "oha lan, ben 2-3 sene sonra ne olurum acaba" diyerek üzülüyorum falan onun buna ihtiyacı yok zira o nasıl yaşayacağını, ne edeceğini çözmüş.. ben ise yaşamam gerekeni yaşamaktayım..

"dreams are only real as long as they last"

"istanbul'a neden döner ki bir insan?"
keşke senin kadar özgür olabilsem. upper air adlı albümünün kapağında kaybettim kendimi ben.. sıkışıp kaldığım noktadan ufak teselliler ararken kendime, arkama her baktığımda kalan insanlara dair içimde ne bir sevgi, ne bir özlem bulamayışım, geçtiğim yollara sadece öfkelenişim var. pişmanlık asla yok ve eminim bu böyle gidecek. zira ben dinlemek, okumak, sevmek ve garip bir kaç acıyı çekmekten başka bir şey yapamayacağım.

sen kafasında kuşlar patlayan ikinci adam olarak aklımda kalacaksın, asla sahip olamadığım cesaretle dolanacaksın, ben üzerimdeki kıyafetlere bakıp her seferinde "ben" olmadığımı öne süreceğim. etrafımdaki kimse beni benimseyemeyecek, kimse bana tamamen yaklaşamayacak, yaklaşmasınlar da zaten. bu yüzden farklıyım.. göremediklerini görebildiğim, hissedemediklerini hissettiğim için.

kimse bizim gibi olamayacak, ama ayrıca kimse senin gibi de olamayacak..

yarın geç olacak diye başlayan bir şiir var, artık okumuyorsun sen o şairi. ama çekmeceye sıkışıp kalan melek değil bildiğin, umut, insan diyor ki, şimdi bir çekmece açılacak önüme ve içinde kurtuluşum olacak.. (aklıma shawshank redemption geldi"kurtuluş incilin içinde") çünkü insanlar her zaman birinin gelip kendilerini kurtaracağına inanırlar.. çekmece meleği de onun gibi bir şey işte..

sana anlattığım garip hikayeden sonra yaptığın yorumu unutmayacağım, "sen bu hale gelmeye mecburdun.."

bunu düşünerek sıyrıldım o işin içinden, aklıma bile gelmiyor artık, artık yeni tanıştığım insanlar o olayı bilmiyorlar. olan olmuş, olan bana da olmuş ve bu bana olmak zorundaymış..

oracles always lie, sky is full of memories diyor. ilk başlarda bana da öyle geldi ama oracles always lie! yok öyle şey, bildiğin gökyüzü işte... kafamın içindekilerden kurtulmadığın sürece her şeyde gözünün önüne gelecekler.

rüya gördüğümüz zaman aylarca etkisinden kurtulamıyoruz, altında sürekli bir şeyler arıyoruz, insanların artık bilinçaltlarını o kadar iyi keşfetmişiz ki artık suratlarına bakmamıza gerek kalmıyor, ses tonundan, tarzından nasıl bir karakter olduğunu anlıyoruz. ama insan her zaman rezildir, her zaman iğrençtir. insan her şeyi hakeder. sen dağıtmaya devam et insanlığı...

"Toza dumana gidelim yine, şenliğin kalbine. Çünkü ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. İnsanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum, onların sana bakamayacağı bir yere git demişti. Kıyametin ortasına git. O kadar yaşlıydı ki, öldükten bir hafta sonra sanki on sene önce ölmüş gibi düşünmeye başlamıştı herkes. Ölenlerin ölü taklidi yaptığını düşünüyordum ben o zaman. Yaşayanların yaşıyor taklidi yaptığını hissediyorum şimdi. Toplum değil toplu mezar. On bir yıldır sabah yatıp öğlen kalkıyorum. Hava kararana kadar geçmiyor dalgınlığım. Belki de uykuda kaybettiğim bir şeyleri arıyorum. Kimi görsem rüyalardan bahsediyorum. Oysaki hatıralardan konuşmak lazım. Rüyalardan daha karanlık hatıralar var. Daha çok fikir verir biri hakkında. Şekeri bitmiş sakızı, toz şekere batırıp çiğnemeye devam etmen gibi senin. Ben de tüpte satılan çokokremi diş macunu tüpüyle değiştirmiştim bir sabah. Gülmüşlerdi sadece. Oysa bir çocuk numara çekiyorsa gerçekten yemek lazım, yemiş gibi yapmak değil. Yirmi sene sonra Beşiktaş’ta bıraktığımız o ev. Bırakabildiğimiz tek ev. Beş kat seksen iki basamak. Balkon demirlerinden uzak duruyorduk geceleri. Hep daha yukarı bakmak zorunda olan iki vertigozede. Kar taneleri birbirine benzemez. Sözcükler de benzemez. Ama bir cümle bir başka cümleyi hatırlatır her zaman. Koşan atlar düşen atları. Yağmur yağar, durur, tekrar başlar. Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir oğlum. Spermden mezara kadar. Karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. Yalan mı söylüyorum yine, olsun. Sen biliyorsun nasılsa. Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı."
emrah serbes
toza dumana


teşekkür ederim wereyda. unutmadan jeff buckley'i gördüm rüyamda, selam söyledi.
biz de erken gidecekmişiz.. ,)
görüşmek üzere.
black heart procession'a gelirsin herhalde...

20.5.10

wake up!

son bir haftadır o kadar görkemli bir hayat yaşıyorum ki, atsan atılmaz, satsan satılmaz.

kalk, işe git.
eve gel, uyu.

ya yazacaktım bir sürü şey ama vazgeçtim.
9 crimes, günün şarkısı.

14.5.10

başyapıtın garip külleri, yeşil!


"koşuyorsun, koşuyorsun, kalbin boğazında atarken, durup buz gibi soğuk su içiyorsun, soluklanamadan içtiğin için, sudan hiçbir şey anlamıyorsun, daha çok içesin geldikçe daha çok nefessiz kalıyorsun. sanırım gerçek boğulma hissi buralarda bir yerde de var.. "

daha sonra kendini the bunny and the bull adlı filmin sonunda alone again or adlı şarkının çaldığı andaki gibi hissediyorsun, zaten film boyunca tahmin edilebilir olan o sonda sanki insan elinden bir şey gelemiyormuş gibi hissediyor.sonra stephen sabırla beklediği evinden çıkıyor londra sokaklarına. stephen'ın durumu bunny'ninkinden daha üzücü. sevdiği kızı dahi geride bırakmayı göze alıyor arkadaşı için. ayrıca o arkadaşı ona bu kötülüğü resmen yapıyor. yine de şikayet etmiyor stephen ve sonra bunny'de ölüyor. stephen haklı.

ben sanırım filmlerdeki haklı karakterleri seviyorum.
.
.
.

mickey rourke, ivan rolünde elektrikli kırbaçlarını yerlere vurdukça gençliği geldi gözüme. adam gerçek bir loser.. micket rourke kim ben size anlatayım, heath ledger, jeff buckley, nick drake, brittany murphy, kurt cobain, river phoenix ve diğer 25-30 yaş civarında ölen yetenekli, güzel veya yakışıklılar gibi değl. mickey rourke doğru zamanda ölememiş, pes etmiş ama sonra tekrar devleşmiş bir insan. zamanında ölebilseydi, diğerleri gibi anılacaktı. ben o adama hala aşığım.
.
.
.
polis filmini yarısına kadar izleyebilecek vaktim oldu, mideme giren kramp, "intihar" sahnesinde gerçekleşti ve ben kapattım filmi orada. devam etseydim aynı kramp kalbime, beynime de girebilirdi. onur ünlü adını görünce zaten inanılmaz bir yorgunluğa düşen ruhum, filmi kaldırabilecek durumda değilmiş meğerse.
.
.
.
bir hafta önce yonderhead dinlerken yükseldiğimi hissettim, gözlerimi açtığımda aynı yerde duruyordum ve artık kafama kazığıdım ve birine anlattığım şey şu oldu; " şarkılar ve kitaplar, biz hiçbir zaman o kadar mucizevi, yaratıcı, uğruna yıllar çürütülecek, olağanüstü sözleri hakedecek şeyler değiliz, bizler insanız, bizler mahluklarız, bizler geliriz, yakar, yıkar, öldürür gideriz, bu hep böyle olur ve hep böyle olacak. bizler şarkılardan, şiirlerden etkileniyoruz çünkü, hiçbir zaman ulaşamayacağımız kadar yüce ve kutsallar. kafamda kuş patlıyor cümlesindeki insan olmak istediğimiz ama asla olamayacağımızı bildiğimiz için üzüyor bizi, kendime bir otomobil çarpsın coşkusu dediğinde, bizde asla olmayan, kendini otomobilin önüne atma cesareti olmadığı için üzülüyoruz, annemizi üzdüğümüz zaman bize tirenler çarpsın diyemiyoruz o anda, hep daha sonra diyoruz, hep geç kalıyoruz ve bu bizi bu derece üzüyor.
bizler üzülebildiğimiz için farklıyız, diğerleri görmezden geldikleri için farklılar.
herkes birbirinden farklı.
.
.
.
7 dakika 52 saniyede, tekrarlandıkça dünyam değişiyor yonderhead'le. öteki olabilmenin huzurunu yaşamıyorum, öteki olamamanın üzüntüsünü yaşıyorum ve bu şarkı beni o yüzden üzüyor. ben bu şarkıyı asla olamayacağım, olmayı bile deneyemeyeceğim insan için dinliyorum ve dinleyeceğim. ben çizgi romanları okuyorum çünkü ben çizgi roman okumaya 7 yaşımdayken batıkentte başladım, ben yollarda olmayı sevmiyorum çünkü ben 13 yaşımda zorla evden çıkarıldım, ben uyumayı seviyorum çünkü, kendimi bulamadığım tek yer uyku oluyor.
ben hep gitmeyi seviyorum çünkü kalakalışımın üzerinden tam 4 sene geçti ve o 4 sene boyunca ben birgün, herkesten gittim.
birgün yine gideceğim.
ama isterdim, "lend me a life" diyebileceğim biri olsun, isterdim.
asla olamayacağı için my little corner of the world dinliyorum.

6.5.10

what is that you try to say ? ,)


yahu anlayamıyorum, düzensizliğimin içine düzensizlik katıyorsunuz, garip anlamlandıramadığım cümleler kuruyorsunuz, yahu adam "kuşlar patladı" diyor, kuşlar kafamda patlıyorlar, görüyorum önce süzülürkene martıyı, ben vapurda sigara içemediğim için onlar patlıyorlar. simitlerin susamları kömür gibi geliyor ben vapurdayken saçlarım hep bozuluyor. ben yoldayken insanları öldürmek istiyorum, sonra onları affediyorum, çünkü onlarda beni öldürmek istendiriliyorlar. murat menteş'in cem yılmaz takıntısı, ntv yayınlarının çıkardığı çizgi romanları alamamak, piyanoya başlamış olmak ama hiç çalışmamak, çileği pudra şekersiz yiyememek, eriği tuzsuz yiyememek, saati hiçbir zaman tam yakalayamamak sinirlerimi bozuyor.

mary badham as "scout" from "to kill a mockingbird"


Atticus: Good Afternoon Miss Dubose.. My, you look like a Picture this afternoon.
Scout: (whispering to her brother) he doesn’t say a picture of what.

scout şimdiye kadar benzetildiğim en şahane karakterdi, benzetmeyi yapanın bundan haberi yok. scout mutlu bir çocuk, scout elbise giyince utanan, okulda sürekli kavga eden maceraperest ve kısaca "harika" bir çocuk.




kısaca ne demek istediğinizi anlayamıyorum, netlikten yanayım, kızıyorum, üzülüyorum çünkü ben sizi düşüreceğim durumu düşünürken, sizin düşüncesizce beni düşürdüğünüz durumlardan hoşlanmıyorum, aşk-ı memnu izliyorum ben, nihal, behlül falan. fena değilmiş. ben işe gidiyorum, uyuyorum, hala uyumayı seviyorum.



1990 senesinden beri sizin karmaşık iç dünyalarınızın mağduruyım, sizin kararsızlıklarınızın mağduruyum, neden mi, iyilikten allah kahretsin.



ve şimdi, aylak aylak dolaşırken, kitapçıya girip de gördüğüm, elimi uzatıp da "aa" diyerek aldığım, "gidiyorum bu" adlı kitaba lanet ediyorum, elim kırılsaydı da almasaydım, elim kırılsaydı da, sana veremeseydim.

yoruldum,

ve artık bana ne lan!


şimdi sen gülsen, beni daha geniş bir salona almış olurlar kesinlikle.

(kaşınıyorum)

garip bir duygu

hiçbir şeyin bir önceki gibi, yani eskisi gibi olamayacağını bilmek, bunu taşımak çok ilginç. ama daha da garip olan bu duygunun üstüne gitmek, olmayacağını bile bile üstelemek, ilk gün gibi olsun demek ama olmaması, ilk günün ilkte kalmış oluşu gibi.

ben çok eski bir arkadaşımla görüşmeye gidiyorum şimdi.
çok garip.