25.10.11

bir edip

"vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
vaktinde anlamanın sevinci mi
ya da biraz geç kalmanın
o gereksiz tedirginliği mi
hangisi

ama belli ki sonundayız herşeyin
en sonunda."


edip cansever

20.10.11

baddour.

kalp atışları. dur ve dinle. dinlerken dile. dileklerin, boyunu aşıyor.
bir nar. tek bir nar tanesi, ortasından bıçak geçmiş, lanet olsun. doğru düzgün içine ulaşılmıyor ki.

"ben sekizinci henri'yim
sekizinci henri'yim ben..."


annem ve babamın doğduğu yıla gömdüm varlığımı. nehirlerimi dökmem mi lazım. bazı şeyleri tanımlamak için. bazı şeylerden vazgeçebilirim..

kimi rüyalarımı anlatabilmek için, çoğu şeyden vazgeçebilirim. sürç-ü lisan. sürçmek. sürüyle rüya. sürüyle. anlatabilmek. keşke o masa etrafında gördüklerimi dile dökebilsem. bir kere denesem?

kafam, bir nar. elleriyle, tek tek, her zerreme, her dokuma ulaştılar sonunda, sonunda her tanemi yaraladılar. dürttüler. nar. sen hiç nar inceledin mi?

gel, nar yiyelim.

bir haziran kaosunda, bir temmuz ateşinde, bir ağustos sabahında sürekli değişen bir hayat. bu üç ayın üç vakitli kaput zamanları. epic fail (çok moda oldu bu).

ben renklerimi hazirandan toplamak istemiştim aslında. okul bahçesinin dağıldığı bir aydı. ben renklerimi tek tek toparlamak istemiştim bahardan. sonbaharda doğarak yitirdiğim, eksik bir kaç rengim, biraz da ışığım vardı. stardust izledim. ışık yine yeterli gelemedi. bazı şeyler çok yönlü olmakta. herhangi bir yuvarlağın köşesi olmaz. herhangi bir yuvarlağın, bir odanın, köşeleri, vurup duruyorum. oysa içimde nar var demiştim. şimdi gördüğüm ve anladığım şey şu;

senin de içinde nar var. ve malesef, dürtmeden dökülmüyor taneleri. veya herhangi bir bıçak darbesiyle, kanamıyor tanelerin. ben sana hiç nar ayıklamadım. nar açmam lazım sana. karşıma otur, kollarını birleştir. ayaklarını uzat ya da uzak. uzaklaş. izle.

kalp atışlarımı dinliyorum. ciğerlerimin donukluğu ve hissizliğim. yağmur yağdığında gökyüzünde yürür insan. şimdi siz bazen, vakit geçmiyor falan. böyle mutsuz oluyorsunuz. beni çok dar bir odaya sıkıştırıyorlar o zaman. ne yapacağımı şaşırıyorum. ne diyeceğimi karıştırıyorum. bazı piyano dokunuşlarında ağlayabiliyorsunuz mesela. nar içi. claud. claude, chalhoub.


ölmemekle meşgulüm. olurda buna devam edersem.
düşünmek bile çok fena.

saatlerce ready able dinlediğim bazı günler var, annemi koltuğa oturtup, karşısına geçip onu izlediğim günler var, ağlarken çok daha güzel olduğunu farkettiğim anlar var, susturmak için hiçbir şeyin işe yaramadığı bazı anlar var. "görüşürüz" dediğimde bana ağlıyor olmasına rağmen cevap verdiği günler var. o zaman kapı, viyana kapılarına benziyor, kuşatılmış ülkelerin kapılarına benziyor. üstelik, açması gereken kişi de, kapaması gereken kişi de ben oluyorum. annem ağlarken bana çok otomobil çarpsın coşkusu doğuyor. annem üzülürken bana çok tirenler çarpsın diyorum.

öyle günler, nasıl davranacağımı bilemiyorum yine, saçma sapan sözler çıkıyor ağzımdan. bazı şeylerin boşa yaşandığını öğrenmek ailece ışık azalması yaşattı bize.

mesela 7 sene boşuna sürünmüşüz falan. yani, çok ilginç bence. böyle şeyler filmlerde olur ve filmdeki kahramanlar bunu öğrenmezler normalde. bir şeyi bok yere yaşadıklarını sadece seyirci öğrenir, ironik bir gülümseme belirir suratlarında, filmi tartışarak salondan çıkarlar ve bir şeyler içmeye giderler. bazı şeyleri yüz yüze yapamıyor oluşum umrumda değil, bari nasıl davranmam gerektiğini söylesin biri bana.

daha fazla nah ağırlaşmayacakmışım. şimdi de rezil oldum.

bu yazdıklarım, kime nereye yol olur bilemiyorum. şimdi bu yazıyı bitirdikten sonra okuyup, ağlayacağım. sonra en iyisi, arzu'ya yazayım bir şeyler.

17.10.11

kaybolması için varolması lazım birinin işte.

dedi az önce selçuk yöntem, televizyonu kapattım, asabımı bozmaya hazır değilim. migren tuttuğu zaman zaten günlerce hassas bir yumurta gibi geziniyorum. her göz kırpışımda kırılıyor ve dağılıyorum.

hemen san jose'ye girişiyorum. hem de son ses, annem kahkaha atıyor ona 6. kulvardan gelen honda esprisi yapmıştım çünkü. elimi domates sosuyla yakıyorum, ne oldu diye sorması için 5 dakika bekliyoruz. sonra ben diyorum ki keşke yarın sabah sorsaydın. sonra gülüyoruz, sonra tekrar gülüyoruz. benim gözlerim de annem gibi kırışacak sürekli aynı şeylere gülüyoruz çünkü. bana çok gençsin çok yaşlı hissediyorsun diye bakıyor. ben de sen de çok mu acı çekiyorsun diye bakıyorum. sonra sorularımız havada çarpışıyor ve salonda üçlü olan avizenin üçüncüsü kendiliğinden yanıyor. sorun ne zaten bilmiyoruz, gülünce, öksürünce falan kendiliğinden yanıyor. ortalık durulunca tekrar sönüyor. zaten biz ışık sevmeyiz. karanlık her zaman daha iyidir çünkü.

içimdeki müzikleri bir şırıngaya dolduruyorum ve elimi uzattığım yer yastığımın altı oluyor. san josenin sonunda içimde alkışlar kopuyor. beni ve şarkıyı alkışlıyoruz sonra slovenya doğuyor birden gözümün önünde sonra rüya gördüğüm yastığı değiştiriyorum. o çok doldu artık. bir başka yastıkta biriktirmeye başlıyorum. bazen çok korkuyorum, bazen çok seviyorum rüyaları. yastıkları saklıyorum çünkü rüya göremeyenlere vereceğim. morrissey'den öğrendim. insanlar yastıklarını değiştirmeliymiş bazen. anlatamadıklarını anlatırlarmış birbirlerine. kaybolmadığımı da anladım ben, kaybolmak için varolmanın kavramına ulaştım.

şimdi sırada reklamlar var. ilaç reklamları, içi ilaçla dolmuş oyuncak bebeklerin reklamları. bütün lekeleri silen ama anıları silemeyen deterjanların reklamları, hiçbir yere varamadığın, koşu bandı gibi olan yolların reklamları, daha sonra radiohead dinleyen insanların belgeselleri başlayacak, sonra savaş reklamlarını son ses izleyeceğiz, siz de öldürün diyecekler, öğreneceğiz. fiyatlarının paha biçilemez olduğu sevgilerin market reyonlarında fırsat ürünü olduğunu öğreneceğiz, sonra arkadaşlıkların sonsuzluğunun reklamları yapılacak hastane bahçelerinde, odalarında.
acil servis kılavuzu dağıtılacak. ağlamak üzerine çıkıp konuşmalar yapılacak, televizyonlarımızı çok seveceğiz.

sonrası müzik kuşağı. sesini ne kadar açarsak açalım o kadar sessizleşecek sokaklar. elektirk direklerinin insan asmak için yapıldığını o yüzden bu kadar çok olduklarını anlayıp uykuya döneceğiz. sonsuza dek asılmayı bekleyeceğiz. nefes alamayacak hale geldiğimiz de dünyanın yaşanılabilir kılan adasını bulamayacağız haritada olmadığı için.

biz yine güleriz. kalabalıklara alışmaya başlıyorum sanırım.

9.10.11

beni erken öldürün.

yaşadıklarımdan öğrendiğim hiçbir şey yok diyemem. birkaç şey biliyorum. çok sigara içersem mesela ağzımın tadı gidiyor.

biri bir yere gittiğinde onu beklememek lazım. beklesen bile biraz içine atman hayırlı olur. seni mutlu eden şeyin arkasında dur bence. mutlu olduğun yerde dikil. mutlu olduğun için savaş.

bazı şeyleri bazı şeylerin hatrına söylemekten vazgeçme, suçlanabilir ve çok kolay yargınalabilirsin. kimse anlamaya yanaşmaz çünkü. çıkmaz sokaktır onların işi, çıkmaz sokaklara sürükleyene kadar yargılarlar, umursadıkları tek şey ne kadar değer verilen varlıklar olduğudur çünkü, hep onaylanma arzusuyla yanıp tutuşur, katı kurallar dizerler. hayatın anlamını bildiğimden dolayı anlamsız rüyalarımı gerçek sanmaya ve onlarda da kusur aramaya başladım.

thank you! ama burası bence avrupa değil, yani arabalar durana kadar karşıya geçmemeliyiz. mesela ben aslında biraz yazamıyorum ve insan yazamadığı zaman yazmaya çaba harcamamalı.

şu seneleri de bir kenara bırakın artık. bir senede tanıyamadığınız insan da vardır, tek görüşte tanıdığınız insan da vardır. böyle şeyler vardır. 1 ayda aşık olup evlenebilir insanlar, 5 yıl sevgi içinde yuvarlanıp, "oha" diyerek kaçabilirler olay yerinden. kimi 15 yıl dost kalabilir, kimi 5 gün kalır. kopukluk dostluğu bitirmez. KOPUKLUK DOSTLUĞU BİTİRMEZ. bazı şeyler sadece anlamsızlaşır ve içi boşalır değerlerin. kimi 15 günde dost olabilir. şu paylaşım denen meseleyi kurcalayın biraz. her şey önemli olmak ve onaylanmak değil. tanrım nolur artık birbirinizi onaylamaktan vazgeçin. çünkü gün geldiğinde birbirinizi onaylayan tek varlıklar birbiriniz olacaksınız.

son kez bunu demek istiyorum;

sevgi dediğiniz şey, o sizin sandığınız şey değil.
valla değil.
gerçi biraz anlaşılsam, zaten bunları tekrarlamama gerek kalmayacak. kopukluk ve bazı şeyler dost dediğiniz zaman onu dememiş saymaya sebep değildir.

bazı alıntılar yapasım geldi;

"Bazı akşamlar telefon açıyordum. İçeride kim varsa muhabbet ediyordum. Bazen onlar kafayı bulup beni arıyorlardı. Yıllar geçtikçe koptuk. Bir ara sokakta, uzun zaman önce terk edilmiş, lastikleri patlak bir arabanın ne anlamı varsa, o günlerin de öyle bir anlamı var şimdi."

"Altı yaşında bir yaprağa dokundum ve dedim ki sevgili yaprak seni hiç unutmayacağım."

"Beni al Tanrı’nın huzuruna çıkar. Ben de ona diyeyim ki, “Tanrım. Beni olduğum gibi kabul edebilecek bir Tanrı’ya her zaman inanabilirim.” O da bana, “Yürü git o zaman şeytanla görüş huzurumda ne işin var alla alla,” desin. “Kim soktu lan bunu içeri megalomana bak,” diye söylenirken biz şeytanın yanına gidelim. Sen de şeytana de ki, “Şeytan kardeş, sonuçta sen de bir melektin ama iktidar hırsın vardı. Şeytanı şeytan yapan iktidar hırsıdır. Eski günlerini özlüyor musun?” Şeytan da sana, “Sen kaç yaşındasın güzelim?” diye sorsun. “Otuz dört,” de, otuz beş olduğun halde. Şeytanın gözleri dolsun ama çaktırmasın bizi gene zamanın içine sepetlesin. Orada bir çay molası verelim geceyi bekleyelim. O gece beni al kardeşlerinin acılarıyla çarp sonra kendi yaralarına sar. Biraz sustur, biraz soğuk davran, biraz da teyzem ol. Konuşabilecek gücümüz varsa ağladıklarımız yalan. Sahiden bak. Beni al biraz sarhoş et biraz saçlarına tak biraz da yağmurların peşinden koştur. Beni al erken öldür mutsuzluk uzun sürmez."


mutsuzluk uzun sürmez, müzik açarsın, iki ses duyarsın. mutlu olursun.
müzik önemli.

1.8.11

rubber and soul

bostancı tren yolunun tam karşısındayım. esiyor. rakı bitmek üzere. ben bira içiyorum. iki tane insan var yanımda. garip bir bağları var. henüz anlayabilmiş değilim. anlamam belki de hiç fakat hiç oradan kalkasım yok. hiç ama. karnım acıkmıyor. nefesim azalmıyor. sıcak değil esiyor. biralarım bitmek bilmiyor. garson yarım olan biramı yere döküyor. sonra yenisini getirmek zorunda kalıyor. biralarım bitmiyorlar. bitmeden doluyorlar. gülüyorlar ve gülüyorlar. anlatıyorum.. hava aydınlanana kadar bir şeyler ve bir şeyler..

biliyordum diyor o gün sen hiç iyi değildin. annem ve babam sana gülmeyi beklerken, sen o huzursuz kederinle masanın kenarında oturup uzun süre bizi izledin diyor. biliyordum diyor. içinin sıkıntısını biliyordum diyor. beni sevmekten vazgeçme diyor bir de. ben de beni bu şekilde anlamaya devam ettiğin sürece sorun yok diyorum. o gece beni üzen tek cümleyi çekip çıkarıyor;

"bu muydu komik diye anlattığınız nazlı?"

25.7.11

can sıkıntısı

Sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var.
Gözleri bilançolar, manzumeler, ilamlar,
Romanslar, sevgi talan mektuplar, makbuzlara
Sarılı gür saçlara dolu bir büyük masa,
Saklamaz daha çok sır üzüntülü kafamdan,
Bu bir ehram, bir mahzen, öylesine kocaman,
Fakirler çukurundan daha çok ölüleri,
-Ben ayın tiksindiği bi rmezarlığım şimdi; -
Orda azaplar gibi sürünür uzun kurtlar,
En can alıcı ölülerime boyuna saldırırlar
Solmuş güllerle dolu eski bir odayım ben,
İçindeki eşyanın yıllar geçmiş üstünden,
Orda üzgün pasteller, uçuk renkli Boucher'ler,
Dağılan bir kokuyu içlerine çekerler

Bıkkınlığın yemişi, dinmez can sıkıntısı,
Ölümsüzlüğün sonsuz ölçüsünü aldı mı?
Karlı yılların ağır yumakları altında,
Topal günleri geçmez hiçbir şey uzunlukta.
-Artık ey canlı madde! belirsiz bir dehşetin
Sardığı bir kayadan başka bir şey değilsin.
Bir sisli kum çölünün dibinde uyuklarsın,
Bir sfenks ki meçhulu aldırışsız dünyanın;
Har'tada unutulmuş ama hırçın sesiyle
Yalnız şarkılar söyler, batıp giden güneşe.

Charles Baudelaire

16.7.11

sleeping in the fire

bazen, depremi hissediyorum, oturduğum yerde. depremi duyuyorum. biraz başım dönüyor önce, sonra yavaşça kabulleniyorum. nabzımın ne kadar yükseldiği, kanımdaki demirin ne kadar azaldığı veya başımın ağrısının daha ne kadar süreceğini çoğu zaman umursamıyorum. elimden gelen neyse onu yapmayı seviyorum. elimden gelen sizi ancak bu kadar iyi hissettiriyorsa, bunu umursamıyorum.

hiçbirinizin görmediği gözleri, gece karanlığında gerçekten korkmayı, herhangi bir er'in ölmek hariç askerde yaşayacağı tüm işkenceleri neredeyse bir bir yaşadım, üstelik benim bir şeyi öğrenmem için çok erkendi, hatta o tip şeyleri öğrenmeden hayatta kalabilirdim. çünkü kalabilen insanlar var, çok güzeller. çok sadeler. garipliğe dair çok şey bilmiyorlar. iç acılarının toplamı ellerimin parmaklarıyla sayabileceğim kadar. o insanların etrafımda olmasından dolayı hissettiğim derin huzuru kısa şarkılar bozuyor, nefesimin kesilmeleri bozuyor. her şeyin altından kalkan insanoğlu duraksıyor. ben tekliyorum. tek tek, tek bırakılıyorum.

dokunamadığım hatıralarımın üzerine, hatırlamak istemediğim anlar biniyor, herhangi bir gün birini aramam gerekiyor ve arıyorum. ve konuşuyorum ve suratına gülüyorum. o insan aslında bana zamanında öyle bir ihanet etmiş oluyor ki, hem de belki 12 yaşımdayken ben, ya da 18 yaşımdayken. her şeye sustum ben ve devam ettim. gülümsemeye devam ettim.

ben o kadar çok şeyi görmezden geldim ki, söylenen herhangi bir şeyin bana zarar verebileceğine inanmıyordum, kalbimin yerine demir koyduğuma adım kadar emindim, parmak uçlarımın ateşin sıcaklığını hissedemeyecek kadar zamanında yandıklarını biliyordum. herhangi bir ihanet veya yalana asla dokunmayacağımı biliyordum. ben çoğu şeyi biliyordum. ama gel gör ki iflasın eşiğindeki herhangi bir patron gibi, hayatımın tüm kontrolünü yitirdim. üzülmeyeceğim şeyler gece yarısı kafamın içinde bağırmaya başladılar. her uykum, ani bir nefretle bölündü. herhangi bir şey dikkatiğimi dağıttı her an yalandı, dikkatimi dağıtan tek şey hatırladıklarım oldu, hatırladıklarım ve içime atamadıklarım. yine kısa şarkılar üzdüler beni. dizlerimin üzerinde herhangi bir sokakta çığlık atmadım kimseye, kimsenin karşısına geçip, bana yaptıklarını anlatmadım, kimsenin yüzüne bana söylediği yalanları vurmadım. bildiğim sırları sonsuza dek yok ettim dilimden. duyduğum sır, dilime gelemedi hiçbir zaman. kilitleyip dolapların altına sakladım. bensiz açılmayacak şekilde.

sustum çünkü konuşsaydım, eğer söyleseydim dilime gelenleri, bundan önce sustuğum tüm ihanetlere ayıp olacaktı. bütün o korku dolu anlarıma, bütün o yalnızlıktan çıldırmak üzere kendimi soğuk suyun altında saatlerce oturttuğum anlara ayıp olacaktı. neden sustun? çünkü susmam gerekiyordu. eğer konuşmaya başlasaydım çocukluğumun tüm söküklerini sökük bıraktığım, buna göz yumduğum için zaten yaşamayı beceremediğim hayat daha da zorlaşacaktı. hayatta hiçbir arkadaşıma isyan edemedim.

tek istediğim, yanımda durabilmeniz ve soru sormamanızdı. siz saçmaladınız.
bakın şimdi ne kadar üzgünüm.

14.7.11

11.7.11

zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez.

orada bir kadın var
kadının içi dapdar
beyni başı patlar
kendinden geçer...
onu bunu bilmez
görmeden inanmaz
kendinden geçer...

yeter... yeter...

yalnız mı kaldınız, ben miydim size iyi gelen, çok mu kalabalıksınız, içiniz içinize mi sığmıyor, o zaman gelin ve yaşadığım o küçük köşede beni dinleyin, dinledikten sonra ağlayarak odamdan ayrılın, sonra beni anladığınızı düşünün ve yolunuza devam edin. herkes için çok zor olan bu yaşamı kendinize biraz daha ızdırap haline getirin. size en son baktığım şekilde hala o köşede oturuyor olacağımı düşünmeyin, gözünüzün önüne zaten o şekilde geleyim ben. orada, o şekil otururken.

ben kafanızın boşluğunda çok hızlı döndüm. çok sustum. fazlaca sustum. gelip buralara öfkeler kustum, ben de isyan edeyim lan ne olacak diye merak ettim. sadece öfke çıktı.

sustum. devam ettim mükemmel koordinasyon olmaya, derdini tasasını dışarı taşımayan, kimseye bir sorun olmayan, uzaktan kumandalı herhangi bir gereç gibiydim; "şimdi seviyoruz!" , "şimdi nefret ediyoruz!" click, click. ruhumun her zerresi içtiğim bardakların içinde boğuldu. acıtmaz dedim, dedim önünü alamadım. sustum ve devam ettim.

durdum, elektrik çarpınca birisi enseden kafayı öne ittirmiş gibi olur, o köşemde onu tekrar yaşadım. ve durdum. durdum artık. hareket etmiyorum, düşünmüyorum, önemsemiyorum.

yıllar sonra ilk defa bu denli hissizim. bu denli umursamıyorum. hiç bir şekilde canım yanmayacak bundan sonra. bundan sonrası için de asla susmayacağım. susunca olmuyormuş.

belki alışman lazım ?

14.6.11

ulan var ya!

karşıma geçip sen iyi olmak istemiyorsun demeyin. ben kendime ait ne olabildim ki iyi olmak nedir ki, hatırlatabilecek misin bana? iyi olmak ne ki? kötü oldum mu da iyi olmayı başarayım. anne babamın kızı, ablamın kardeşi arkadaşımın arkadaşı, dostumun dostu. hep birilerine ait bir şeyler oldum. kendime ait hiçbir şey olamadım ki iyi olmak nedir bileyim. iyi olmak istemek nedir ki ? nedir lan?! ha ben iyi olmak istedim, en son olduğum şeydi zaten " iyi olacağına inanan insan" yalanmış. ağzıma sıçtınız. bitirdiniz lan beni. gerçekliğe inanmıyorum.

artık ben "kimse"yim işte.

9.6.11

let the river in

hadi i might be wrong olsun o zaman. yine o olsun. geçen zamana inanamayıp bunu birbirimize söyleyelim. aynı anda söyleyelim ve inanamayalım.

yada siz beni hiçbir şeye inandırmayın. şeytan tam şu an atacağım adımın altından sesleniyor. ben inanılmaz bir sakinlik ve sessizliğe bürünüyorum. o kadar mutlu olacağım ki yağmur başlayacak. ben bulutları izlerken siz etrafınızdaki şemsiyeli insanları merak edeceksiniz "nereden biliyorlardı ki?" sonuçta yazın ortasında birden yağmur yağmaya başlamaz.

bazı şeylerin kabullenişi ve itirafı anı. sakin oluyoruz ve büyük hayallere, fikirlere kapılmıyoruz. çünkü olmayacaklar.. o an tebeşirlerimizi yutup nefesimizi tutuyoruz. hiçbir şeyin olduğu yok, görmüyor musunuz ? nasıl beceriyorsunuz ? inanmak kadar inanmamak da kolay. ben dönerken merkezim sizlerken. neyi göremiyorsunuz ?

artık çok sıkıldım, çünkü benim beceremeyeceğim ne kadar hızlı şekilde ortaya çıkarsa, o hız raddesinde beklentiler artıyor. beceremiyorum işte. olmuyor yani. bir balinanın dişine oturup gideceğimi falan düşünüyorum ben, beni bu kadar yanlış tanıyabildiğiniz için içimi japon balığı hayreti kaplıyor. primat tedirginliği de benden yaşamamı beklediğiniz de gerçekleşiyor. primat tedirginliğini rafa kaldırıyorum şimdilik..

şanssızım diye düşünürdüm ama tüm şansımı yaşamaktan yana kullandığım için şanssızım. başka bir şeye verecek şansım da kalmıyor üstelik. insanın yapması gereken tek şey başaramadığı şey ise, yani yaşaması ise, bu insanı tamamen örnek vermek üzere söylüyorum ki, nevizade'de, sahaflar çarşısı içinde, koridorun tam ortasında dikilirken bulabilirsiniz. o sırada balık pazarı kokusunun kitaplara sinip sinmediğini düşünüyordur. ve içeride sigara yakarsa oranın yanacağını düşünüyordur. tam karşısındaki sahafta binlerce eski fotoğraf dururken bir başkasına gidip eski fotoğraflara bakmak istiyordur. o anda sahaf çarşısının içinden bir arkadaşı gelir, kolunu tutar, aynı anda bir diğeri balık pazarından çarşının içine adımını atar ve diğer koluna girer. "neden ankara" diye bir soru gelir. "çünkü ankara benim evim" diye cevap verilir. susulur.

sustuğum zaman çok daha iyi bir insan, vasıflı bir eleman, hayırlı bir evlat, kusursuz bir arkadaş, vefalı bir kardeş oluyorum. göremediyseniz, primat tedirginliğini yaşamaya başlayınız.

kafamın içindeki düşünceleri almasını bir kaç kişiye söylemişliğim var şimdiye kadar. çoğu başaramadı. şimdi onlar da düşüncelerin arasına katıldılar. aradıkları zaman özlediğimi söyleyebiliyorum hala. hiçbir eskiyi hatırlamak istemiyorum çünkü bir gün eskiye gideceğim. öldüğüm zaman, hatırlayamadığım o hayatımın en güzel gününü yaşayacağım. her sabah ona uyanacağım. her sabah ama. her gün daha geniş bir salona girebilmek. her gün o muhteşem rüzgarın sağ tarafımdan gelip, kazağımın kolları arasından geçişi. bisikletin üzerinde sonsuza doğru ilerleme. kendini yok eden gövde artık ne bir yurt sana, ne varolabilirsin bir başka evde.

bazı anlar çok fazla şarkının aynı anda başladığını hissettiğim anlar. işte o anlar. düşündüm de düşüncelerimi alamıyorsunuz, rüyalarımı alın o zaman. valla alın. en kötüleri uyanıkken gördüğüm rüyalar. 10 kasımda sirenlerden korkup annemin yatağının altına girmeye çalışırken kafamı vurmuş hem acıdan hem de siren korkusundan saatlerce ağlamıştım. kimin öldüğü saatte bu kadar korkunçlaşabilir ki her şey? odamın lambası patladığında dolap ve balkon arasına girip saatlerce iç çekmiştim. karanlıkta bir çift mavi göz. korktuğum köpekten kaçamayacağımı anladığım, dizimin paramparça olduğu o anda, köpeğin bana hiçbir şey yapmadığını gördüğümde içimi inanılmaz bir pişmanlık kaplamıştı, 6 yıllık ömrümün, 4 yılını onunla beraber geçirebilirdim diyerek, dizimin de acısıyla birleşip tekrar ağlamaya başlamıştım. saçma sapan sarı kedi bütün kolumu tırmaladığında kuduz olacağım ve tüm ailemi yiyeceğim zannederek sabun yemiştim, yaraya sabun sürmek yetmeyecekti 7 yıllık ömrümün beyniyle. 13 yaşımda kuzenlerimle bara gitmiş ve "becks" adlı birayı seçmiştim, çünkü yeşildi. 16 yaşımda sarhoş olan kuzenlerimin yere düşüp kalkıp beni eve bırakmalarını beklemiştim. bırakmışlardı. sen çok farklı bir çocuksun diyen her insanın ömrüm boyunca hayatımda olacağına inanır üzülürdüm. bildiğim şeyleri hep laf bölmemek için bilmiyormuş gibi dinlerdim. matekmatikten kalacağım kesinleştiği zaman, gel soruları vereceğim diyen öğretmen beni gittiğimde kovunca ağlamıştım. ve kalmıştım. sınıf kapıları açıkken okul merdiveninden annemin öksürüğünü duymuştum ve inanılmaz korkmuştum. annem merdiven çıkarken hep öksürür. onun geldiğini böyle anlarım.

yaz geldi. sinek ilacı kokusu kafası bana bunları yazdırıyor. bütün şarkıları aynı anda açan o garip güç. videotape var mı sen de?


because I know,
today has been most perfect day
I've ever seen.

23.5.11

no sign of a daylight!

hayatımı şu an durdurmak istiyorum. pause. ağustos sonunda, sabah kalktığınızda ürperirsiniz ya, o günler geldiğinde "play"e bassın biri. çünkü ben bu yazı atlatabilecekmişim gibi hissetmiyorum.

ameliyathane kapısı önünde bir soruyla irkiliyorum, cevaplayamadığım bir kaç sorudan biri. uzun sorulardan biri;

- e napıyo ?
+ bilmem ki, iyidir herhalde.
- o ne demek be!
+ pek konuşmuyoruz. sonunda mutlu işte. sanırım.
- haklısın.

have mercy on my soul ya. valla yeter. düşünseli gelsin şimdi, direk atacaklarımı biliyorum içine, numaralandırdım. tek tek bilincini yaşıyorum hepsinin. üstelik bir ütopya üzerinden. nefes alamayacak kadar ağladığımda bu konu yüz üstünde oluyor çoğu zaman..


neyse amk, çok güzel bi grup keşfettim yazıya mola verdiğim sırada. siktirdi gitti içimdeki sıkıntıda. hadi ba!



i'm patient of this plan

as humble as i can
i'll wait another day
before i turn away
but know this much is true
no matter what i do
offend in every way
i don't know what to say

i'm coming through the door
but they're expecting more
of an interesting man
sometimes i think i can
but how much can i fake
i'll speak until i break
with every word i say
offend in every way

you tell me to relax
and listen to these facts
that everyone's my friend
and will be till the end
but know this much is true
no matter what i do
no matter what i say
offend in every way


YETER ULANNNN!

20.5.11

vuku bulan bir şeyler

-bence biraz dinlenmelisin.

kafamı camın önüne koyaumıyorum. suratım yanıyor. cayır.

annemi üzdüm böylece bana hep tirenler çarpsın.

pour me another gin dasti.

18.5.11

going north is easy,

elimde arkadaşlığa adanan kitaplar dolusu kitaplar var. kül ve siyah dumandan bir nefes gibi. hatırlamaya çalıştığı hiçbir cümlesi olmayan insanlar istiyorum.

günlerim çarpık. püskürüyorum. dünya koyu sülfür. kimi barbarlar atlarına doğru koşuyorlar, kimileri duymadığı cümleleri hatırlamaya çalışıyor. bu dünyada insan dediğin hakkaten ikiye ayrılıyormuş.. ayrık bir şeyler, bir yerler. en doğal olmadığım halimin doğal anlaşılması gibi.

aynı anda aynı şarkıları dinlemekle mi. değil. aynı anda aynı şeyi düşünmekle mi. hayır.

dinlenmek, kendini dinlemeyi çağrıştırdığından çok zor. tüf. küf. haa.ha.

şimdi geçtiğimiz sokakları tek tek sorsan, tek tek hatırlamaya çalışırken unuturum. iyi bir şey çıkmayacak benden. sokak sokak cam kırarım. püskürdüğüm için şanslıyız.

ömür dediğin keskin bir tuz hikayesi. kendi dışında herkes için varoluş. babam ne zaman "sen benim genlerimi biliyor musun" diye lafa başlasa aklıma bu geliyor.

gong.

gong vurdu. püskürüyorum. içimi siktiniz.

who will take my dreams awa->y.

suyun elimin üzerinden akmıyor oluşuyla ilgilenirsem. ilgilenirim. haklı olduğumu gördüğümde primat telaşı da bitti. please dont stand too close to me..

neyse ben veremem rüyalarımı kimseye. haberiniz olsun.
kimse de gelip alamaz zaten de. cümlelerim pek patladı.

17.5.11

dreams are real as long as they last

çok ilginç şeyler oluyor oluyorlar.. rüyamda çok uzun zamandır görmediğim birini gördüm. baya güzel muhabbet ettik. dün de söyledim zaten, "ben şu rüya işlerine geri döneyim, kendimi iyi hissederim." ve döndüm de. annem sabah beni nasıl uyandıracağını bilemediğinden, "kalk ağaçta kedi kalmış pist pist nazlı nazlı kalk kurtar" dedi. ve ben rüyamda güldüm. meğer gerçekte gülmüyormuşum. ama çok güldüm. uyanamadım sonra tekrar. saçma sapan bir şey.

neyse o rüyamda gördüğüm insan bir şarkı öğretmişti zamanında bana. sonra ben bunu hiç düşünmedim uyandığım ve ofisin girişine geldiğim süre içerisinde. tam asansördeyken. adını ve kimin söylediğini hatırlamadığım şarkı geldi aklıma. nasıl gelir böyle değil mi işte bence en can alıcı nokta orası, hiçbir şey hatırlamadığın bir anın, bir şarkının veya bir sahnenin aklınıza gelmesi. çok garip bir beyin işi bu. bunu soruşturacağım ben. kendimi çok garip hissediyorum. sanki her an uçacakmışım gibiyim. şey gibi; "aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaay felt like I could just fly" o aaaaaay'ı yerim.

ve şarkıyı buldum, sadece avusturalyalı olduğunu biliyordum söyleyenin, ülke müzik piyasasına göz gezdirdikten sonra buldum. ve size söylemeyeceğim. neyse.

bazı anlar. çok eşsizler. it's time to put the earphones on.

aynı nakarat

aynı aynı.

yıldızlı tepenin altında yaşanılanlar eski bir sanrı şimdi. "simay beni affet var mı?" "ecem azıcık daha rakı içelim lan!" "cana gel şu taşlarda uyuyalım." "candemir denize girsek mi?" "ama bak oskay o mangalla ne kadar çok uğraştın, gel ye azıcık" "gökyüzü çok güzel lan" "kaan mumlarla bir şeyler."

dikkat.
sanrı mı ne.

16.5.11

I wanted you to step into my world

yaz geliyor..
caneriğinin gevşemesiyle, acılarınız da gevşeyecek. ağrını unutturacak hiçbir şey veremem ateş böceğinden başka. ben size bunu okadar açık söylemişken. portakal suyu yok mu? bu mevsimde olmaz.

bu mevsimde ben primat tedirginliği yaşarım. bu mevsimde ben tuzun üzerinde ne kadar çok beklediğimi hatırlarım. "bir daha kapıdan içeri giremezsin." peki. kapı girmek için değildir sadece ama. çıkmak içinidir.

artık uzun yazı yok.
tuzun üzerinde çok durdum.

15.5.11

all you need

güneşten sırtım yandı. çok enteresan şeyler oluyor. aynı anda aynı şarkıları dinlemek gibi. hava çok gerizekalı. hava soğuyana kadar içtim. hava soğudu. bu sefer hava soğudu diye içtim. zira içim patlayacak. ben ralph gibi olamıyorum tam, köpek dişlerim yok. dredg günü ilan edildi. aynı anda aynı şeyler. well ya! diyecek şimdi. dedi evet. does anybody feel this way.

ben arabadan hiç inmek istemedim. 3 dakika daha geç gelseydik zaten inemeyecektim. ben böyle olmamıştm. kaçarken koşmak veya koşarken kaçmak. bir şeyler bir şeyler.

böyleşeyleroluyoralışmamak lazım.

12.5.11

plaster

Martha takes the greyhounds she says she lost her mantra way down South. But all that repetition just got her down, got her down

Now she says she won't do drugs, because she found something to love, she cured herself of everything..there's nothing left but hair and skin

The only thing I asked her.was did she have a plaster, for my pain

She closed her eyes and took my hand, she said "God might have a plan for me"


But heaven is the place that's open when all the bars in town are closed, heaven is the place, I never find...

The only thing I told her, was that God would have no answer,for my pain

I've cured myself of everything.and now I think I know what makes you tick

she said the devil hides within my heart

The only thing I asked her, was did she have a plaster for my pain.

for the pain.

11.5.11



facing a dying nation ? evet her şey yerli yerinde ölüyorlar ve ben bunun kusurusuz bir parçası olarak hayatıma devam ediyor oluşumun sonsuz huzuruyla sırıtıyorum. bu huzur ki hissedilecek en büyük suçluluk duygusu.

mayıs hala haziran olmaya çalışıyor, ama başarmaya başladı gibi bence, sizin de mutlaka bir şeyleri başarıyor oluşunuz gibi. hiçbir şeyi başaramayan bir ay yok demek ki, sadece bir gün var demek ki. o günün takvimlerden çıkarılması gerektiğini daha çok öncesinde söylemiştim. oysa benim içimdeki bu aşk diyerek cümlelere başlıyordum o zamanlar. her duygunun herhangi bir anın abartılması olduğunu anlıyorsun önce, sonra değerleri yitiriyorsun, aylarca uğraştığın bir şey salisede anlamını yitiriyor bazen.. migrenim yeni başlıyordu ki, hiçbir zaman bir önceki olduğum halimden hoşlanmadığımı farkettim. hep daha da eksilerek ilerlediğimi gördüğümde de sırtım ağrır zaten benim.

yıllardır uğraştığım şeyin anlamı var mıydı ki hiç ?
bana insan olarak gelmeyin, kendiniz olarak gelin, dışarınını yaptırdığı şeyleri yapıyormuş gibi havalara bakmadan hareket edin. söylediğiniz sözlerin getirebileceği sorumlulukları taşıyabilecekseniz konuşun. bir gün garip bir şekilde (veya size göre garip olmayarak herhangi bir anı abartarak) gidecekseniz, gelmeyin.

evet bu sefer hepsi yitti.

9.5.11

i might be wrong

çıkamıyorum işte yataktan ben. deniz otobüsünden korktuğum yalanı artık kendimi kandırmama yetmiyor.ve rüyalar. rüyalarım çok fazlalar. fazla derinler. istediğim her şeye hayır cevabı aldım mesela son rüyamda, herkesi gördüm ama. herhangi bir isteğim olan herkesi gördüm ki bu iyi bir şey, mesela birine "hiç gitme" dedim, birine "gelme" dedim, birine "sus" dedim, birine "beni 10 dakika da olsa sev" dedim. istediklerimi söyledim, buraya kadar güzel. sonra sırayla ne diyorsam tersini yaptılar. sırayla evet. burada kabusa dönüştüğünü farkettim, uyanmak için direndim ama olmadı. tevakkuzumu yitirdim mesela sonra. çok örnek veriyorum, mavi yağmurluğumu omzundan yırttım. ama benim yaşadığım caddede müzik çalmıyor çoğu zaman. iki tane tadelle yiyip mutlu olacağıma inanıyorum hala. hala herhangi bir esintide kendimi evimde sanıyorum, az sonra sokağa çıkıp sonsuz özgürlüğümü yaşayacağıma inanıyorum. isteyerek hiçbir şeyi yapamadım, bari isteyerek öleyim diyorum.

sonra susuyorum ben. bana bir şey söylemeyin, "ay ben gülerim."

8.5.11

boris vian + alanis + ane brun kafaları.

biz doğru muyuz, hayır, yamuğuz. bildiğin yamuk. bugün ışığı arkama alarak hareket etmeye çalıştım. başaramadım ve uyudum. çok zor zira.

kollarım yanana kadar mum tuttuğumu gördüm rüyamda sonra. bilinçdışı arzu olayları, lan ben kollarımı yakmayı niye isteyeyim? ne bilinçdışısı, ne arzusu.. bilim yıkıldı lan ayaklarımda. freud düştü yani. arzuymuş. haydi inkar edelim benim bilinçdışı arzumun bu oluşunu.

6 derece
- ne ?
yamukluk işte,
-hangi tarafta hata var?
kulak ve beyinde. 6 derece küçümsenecek bir şey değil. onulmaz.
-onulmaz yazıyorum.
yaz. bitsin. sıradaki!!

yamuk veya düz, ne fark eder ki, ikisi de aynı bok. ikisi de aynı şans yolu vs. bilmem ki. zamanı katlayıp izlediğim çizgi filmlerin renkli dolap ve halılarının altına koydum. bunun çağrışması kolay. ya da değil bilmem.

ne fark edecek ki? kör olana kadar aya bakmak veya güneşe bakmak arasındaki fark nedir ki? biri ölür biri canlanır. izlerler birbirlerini ama dahil olamazlar. birbirlerini yalnız bırakırlar.

gittikçe azalan güvenlerim de yamuk. güven azalıp da sevgi kalır mı? kalıyormuş ama görme isteği raddesi düşüyor gıdım gıdım. gıdım diye bir kelime var, hepimiz kullanıyoruz. ne fark eder ki? ne kadar fark edecek varlığımla yokluğum. ya da yokluğum değil, güvenimin yokluğu ? bilmem.

sonra sokağın birinde gitar çalıyor ane brun, paris'te kesin sokak adı "lê" ile başlayıp "sêr" ile biten iki kelimeden oluşuyordur. ve güzeldir eminim. zamanı ane brun gitar telleri arasından gitarın içine düşürmüş.

ciğerlerimi çığlık attım, odam doldu. yangın yok artık hiçbir yerde. yaz geldi çünkü. bu kış da böyle geçti, bahara allah kerim demişti sezen aksu ama bahar gelmedi. şimdi kıçımızda yumurta pişireceğimiz anlara çok az kaldı. bunun beni ne kadar üzdüğü neyi değiştirir ki? veya bir şeyi ne kadar değiştirebilir.

önemsiz olduğunu hatırlama kılavuzu dağıtmak istiyorum. sıradan, dümdüz. "bazen yalnızlıktan ölecekmişim gibi hissediyorum" diyor bazı yaşam asalakları. biri anlatsın artık onlara, bu işler öyle yürümüyor. yalnızsan öylesin, değilsen değilsin hem birisini sevmişsen sevmişsindir, sürekli görüşmek veya başka şeylerin bir önemi yoktur. o orada bir yerdedir ve sen onu seviyorsundur. görsen, görmesen ne fark eder ki. her duygumuzu yazmaya adadık kendimizi, bu merak nederen geliyor ki? amaç ne? bilinse ne oluyor, bilinmese ne oluyor. kendinizi daha fazla önemsemenize sebep oluyorsunuz, sonra hiçbir hayal kırıklığını kaldıramıyorsunuz. bence siz hatalısınız. ben hatalı olsam ne fark eder ki? aynı şeyi ben de yapıyorum. hem iyi yaptığımı da söylüyorlar. o zaman biraz daha duygularımdan bahsedeyim.

yoruldum, bir çello çağrısında kayboldum. kaybolması için varolması lazım bir insanın dedim, varoldum sonra tekrar kaybolamadım. etrafımda "işte bu" dediğim her insana belli bir süre geçtikten sonra öfke ve güvensizlik duymaktan yoruldum. kendimi çok önemsemiyorum, ölsem ölürüm yani, hiçbir şey fark etmez benim adıma. sizin adınıza da fark etmez. bu işler böyledir, yaşam asalaklarına bunu da söyleyin. ben muhattap olmaktan kaçınıyorum.

kendine kalıp arayan herkesin herhangi bir film karakterini idol haline getirmesini izlemekten yoruldum. kendiniz olmayı denemiyorsunuz artık, gerek yok çünkü. olması gereken bir çok örnek var, seç al kullan. güle güle kullan. öyle sıkıldım ki, bilmem. ne fark eder?

çok yoruldum lan, valla yoruldum.

mum nerede ?
heimdall hiçbir çağrıma cevap vermiyor.
"i had to watch my tone for fear of having you feel judged.
you're not going to die any time soon
do you believe we are fundamentally judgmental? fundamentally evil?"

5.5.11

ne

bugün bilincim yataktan düşmüştü. kafamı yavaşça kaldırıp yerde yatışına baktım. bilincimin kafamdan düşmesi migrene sebep oluyor. kafamda fransızca ve italyanca kavga eden iki tane kadın vardı. öyle böyle kavga etmiyorlar yani çok ediyorlar, önünü.. neyse.

sıcak su ve soğuk kahvelerle beraber iki paket sigara içtim. otobüste çok rasyonel insanlar olmalıydı, dikkat etmedim. havayı sevdim, sevdikçe daha çok sevdim. kaldırıma oturup beni almaya gelmesini bekledim. önümü göremiyordum. bilinç ne zaman terketse bu oluyor işte. bu ağrı.
sadece müzik düşünüyorum dedim, bu iyi bir şey değil dediler. biri geçenler de "ne yapabilirim diye düşünüyorum" dedi, o günden beri ben de düşünüyorum, dün de geldi aynı soru, "ne yapmamı istersin" valla hala düşünüyorum. çok düşünüyorum da bir de buna yorulmam çok puan aldı. fransızca uyumak istiyorum ben şimdi.. zaten günü "uyusam hepimiz için iyi olacak" dedim ve bitirdim. arkası kesilmeyecekti yoksa.

evet her şeyin anlamını yitirdiğinin farkındayım. hissettiğim her şey bir kalıba dahil. keşke bunu farketmemi sağlamasaydı sağlayan kişi. fark kaldı o farklan da hiç bir şey olmadı.

ne yapmam gerektiğini ben dün de bilmiyordum günlük. artık sevgi azalması yoğunlaştı.
sırtımı kaşır mısın?

biz ne yapmışız ?

şıpıdık terlikli bir beyinsiz tarafından yönetilmişiz.
hiçbir şey yapamamışız.
yani biz de beyinsiziz.

rocker tshirtlerim, kanvas pantolonlar, yahudi yelekleri, özgün saç topuzları.

beyinsiziz. evet.

4.5.11

guzzle down

pour me another gin.

-insanın içtikçe içesi, içtikçe ölesi geliyor.

"hissikablelvuku..." hatırladın mı ?

öyledir o, çekersin, çıkarırsın içini, sonra kaparsın tekrar olduğu yere bırakırsın. gariptir yani. ne yapmam gerektiğinin şuurunu yitiriyorum sonra. sonra kahkahaları tutuyoruz. içine atma yahu, bana söyleneni başkasına söylediğimde yumruğunu kaldırıyor. "yalnız değilmişim" hissi. alkonden korkacağına, muz kabuklarından korksun bence. kafasını kaldırmasın benimle yürürken, camları yerle bir eder düşüncelerim. camlar iner. salisede. biraz böyledir bu iş. yani sorun yok gibi.

değişik farkındalıkların dibine yuvarlıyorum. sonra da çekip çıkarmak için binbir şekil. bir sürü pişmanlık. böyle şu an. duygularımız kategorilize edildi ve içleri tamamen boş artık. ben de bu farkındalığın kör kuyusuna düştüm dün. sonra "pour me another gin" .
- ama bu bildiğin tonik yani cini nerede? diye sormayacaktım. sonrası biraz yine karışıyor.

öyledir o yani, sadece istediğini yapar, gerisine karışmaz. kim eğitti bilmiyorum. bu eğitimi nereden aldığıyla ilgili sır vermiyor, kolumdan tutup sertçe oturttu beni o gün. öyledir o işte. bir şey yapmasına veya söylemesine gerek kalmaz.

ne kadar gereksiz işlerin peşinde koşuyorum.
niye?
çok uzun bir soru bu.

neyse.

may the 4th be with you o zaman. iyi ki doğmuş.
galaxt of the lost'tan
stormnaz.

3.5.11

"may tries to be june" bilmem kaç dakika sürer.
"I was hoping" bilmem kaç dakika sürer.
"trouble every day" bilmem kaç dakika sürer.
"where I end and you begin " bilmem kaç dakika sürer.

bir araya gelip, bu şekilde sıranalıp, bir ömür sürerler sonra. sonra o ömür onlar olur.
sonra adamın teki gelir, son noktayı koyar.


I won’t get heavy
don’t get heavy
keep it light
keep it moving
I am doing no harm
as my world comes crashing down
freaking out
deaf, dumb and blind

2.5.11

njosnavelin

"almanyaya gitti orada yaşadı"

dur, sigaramı yakayım, bir derin içime çekeyim sonra anlatmaya başlayacağım.

bir baklava vardı ya, ağzıma sıçtılar lan o baklava yüzünden. ben anlatıyorum, gülüyorsunuz, gülün diye anlatıyorum sonra anne ve babalarınıza anlattırıyorsunuz. sonra gülüyorsunuz ve ben kendimi iyi hissettiğimi sanıyorum. ama sanırım yani doğru değilmiş galiba. bilmiyorum ki. hayatta bana en büyük acıyı veren şeylerden biri baklava neredeyse.

çatlamış bavul altı, havaalanı kapısının altında sıkışan mp3 çalar. ben ilk defa benden korumanı istemiştim, saat gece 2ydi sanırım, demiştim ki, "insanların dediklerini duymak istemiyorum, susturamazsın biliyorum ama benim duymamı engelle.."

evet bir süre iyi oldu hakkaten ama, bana geçen aylarda olan olaydan sonra, bunu bunu diyenler utansın derken, beni bir daha hayat boyu koruyamayacağını anladım. zaten kimsenin beni korumasına ihtiyacım yokmuş gibi davranıyorum, nereye bakıyorsun ? yok önemli değil, paçalarım çok ıslanıyorlar ve sonra üzerlerine basınca kolay yırtılıyorlar. aslında suçlusu benim çünkü gökyüzüne bastığımı düşünerek suların üzerinde yürüyorum. ama etrafta dalların olması lazım, ya da kocaman bulutların. onlar yoksa anlaşılmazlar.

+warum deinen händen.. ?
-was ?
+schlecht..
- weiss nicht ...

-çabuk kalk oradan, halının üzerine döktüğün reçel taneleri çorabıma yapıştı, hani temizlemiştin burayı, zaten pragran aldığım kahvaltılıktı kırdığın şey! ungeschickt!!

-hayır ben bu şekilde yaşayamam yani, gitsin bu. kesin kursa gitmiyor bu, sen yarın ara bir sor, orada burada sürtüyor kesin. bak ben gözünden anlarım adamın. gerçi asosyalin teki bu, bir boku beceremez, kimse bakmaz buna bir de çünkü gördüğüm en büyük ungeschickt bu! ailece böyleler zaten. biliyorum ben. biliyorum anlarım ben..

-mikrodalgadan garip sesler geliyor hep, iki tabaktan fazla ısıtmayın dediler.. soğuk ye sen, bir şey olmaz..

-niye oturuyorsun öyle iki büklüm?
+ sırtım ağrıyor..
- gören de tepene bindik sanacak. allahım ne çıtkırıldı bir şeysin sen öyle ya, valla bıktım senden. merdivenler kuruyunca haber ver, terasa çıkacağım.

- bu masayı al götür eve. sonra gel vazoları al. bak bir yerine bir şey yaparsan yemin ederim eve almam seni.

kapının önünde, orada, o vazoyu yere çarptım. ellerim kanadılar. ellerimle camları temizledim karanlık bahçede. bahçede kırılan camlar. küçük cam parçaları. minicik. içimi kaplayan camdan daha kalındılar ama.

alo, of süper burası ya. yani çok mutluyum. gerçekten, her şey yolunda.. tatlıları çok güzel buranın.

ben sana boşuna ungeschickt demiyorum, kırdın di mi vazoyu! topla tek tek şimdi.. tek tek topla.

-seninle konuşmak istemiyorum, zamanla bu noktaya gelecektik biz zaten, bu yaşadıklarımız olmasaydı da gelecektik. düşünmeyi bırak, takıntı haline getirme hiçbir şeyi. bırak artık, ben de iyi olayım, sen de iyi ol. ama yeter artık, bırak...


alo, ben geliyorum.


işte njosnavelin
ellerime neden baktığımı anlarsınız belki..
18 yaş.
orada öldüm.


trouble every day

"I won't get heavy"

bu insanlar nereye gidiyorlar ?

hiçbir fikrim yok, hiçbir fikrim yok. kelime dağarcığım üçe düştüğünden beri daha mutluyum sanırım. ya da ben hiçbir zaman mutlu değilim zaten. yani suratımda patlayan redyohedler ve siyah kalp bilmem neleri. sizin bana baktığınız yerden ben size bakamıyorum. öyle bir algım yok. öyle bir şekilde patlama geçirmedim. en son kulak patlamasının ardından, topallıyorum, başım sola yatık. beynim kulağıma doğru ilerliyor. dinlediğim tüm şarkılardaki bas gitarlar sıkışmış gibi sesler duyuyorum, çocukluğum kulağımdan aşağı atladı. tek celse bir şemal. bkz 1 Ğ. öyle bir şey yok. bunlar var alakalı olabilir. aradığınız kelimeler bulunamadı. girdiğiniz şifre algılanamadı.

ben aslında yokum.

bir de bir yere kusmam lazım bunu;

gece 3te mesaj atan garanti bankası ebene atlasınlar ağzını yüzünü siksinler inşallah. yaptığınız adres tespitleri götünüze girsin.

1.5.11

the air is on fire

bazen zaman anlamını yitirir. bugün yoldayken telefonum kitlendi. bu şarkıyı dinliyordum. telefonu kapattım, pilini çıkardım, tekrar açtım şarkıya devam etmek adına. inanın sizinle telefonda konuşmak istemiyorum ben. alakasız. neyse telefon bana saat soru 13:00 olarak girişini yaptım.

gerçekten de 13:00'mış. çok saçma ve ağır. bilinçten bu kadar kaçarken bilincin en alasını yaşamak.

bak bu adamlar fransız, bu şarkıyı söyleyenler işte, isimlerini yazamayacak kadar güzel kafam. diğer her şey için hala iyiyim. hala bana bir bok olmadı. olamadı. eve gelirken takviyeler yaptım da işte. bir şeyler devam ediyor sonuçta. böyleşeyleroluyoralışmaklazım.

hay dilim kopsaydı. şimdi çok pişmanım, "alacağım cevapları bilerek anlatmak" hayatımın özeti oldu, çok da kötü oldu. bu sebeple bazen hiçbir şey söylemiyorum, birine bir şeyi söylemeyemedim, hala nasıl söylesem diye planlar yapıyorum, hala yoruluyorum. bazen böyle şeyler oluyor.

"kendimden nefret ettiğimden daha çok nefret ediyorum." ben bugün böyle bir şey dedim. zamanında "çok hatırlamaktan elektroşok yiyen insanları" yazmıştım zaten.

zaten.
aslında;
"üzerine konuşulmayan üzerine hep içilmeli. (Y)"
ruhum katlandı lan. ben hayatımda bu kadar güzel ve bu kadar zor bir şey yaşamamamıştım.

bir gün, yani o gün geldiğinde, tek bir kelimeyle her şeyi anlattığımda, bunların sebebini anlayacaksındır.

o değil de, gökyüzü yanıyor görüyor musun? ama sen gökyüzüne hiç bakmıyorsun ki.. hiç. zaten ben de her şeyi unutuyorum ve dahası bi düzgün anlatamıyorum. diyemiyorum.

ama derim. lanet olsun.
derim.
o zaman gökyüzüne de, yeryüzüne de bakarsın.
ya da bakmazsın. kendi saçmalıklarımdır bunlar.
ya da sen varsındır ve sen yoksundur. gelen veya giden kimse değilsindir.
ve aşk, çok acı. bunun üzerine de içeriz herhalde. bilemedim.

29.4.11

I had not been here before

daha önce buraya hiç gelmemiştim.
bir daha da gelemem sanırım.

26.4.11

durulsam iyi olacak.

there are two colors in my head.

aynı şeyler tekrarlanıyor, tekerrürüne tükürdüğüm tarih. benim tarihe ihtiyacım yok. her gün "bak ya asırlar geçmiş gibi" kadar yer alıyor tarih hayatımda öyle kalsın.

sence de sürekli tekrar ettiği için, hay farklı bir şey söylesen zaten?

kafamı gömdüğüm bu işi bitiremedim kaç aydır. baya aydır yani!

ben iyiyim, uyku iyidir. uyumalı. ben biraz durulayım. siz dinleyin. aynı şeyler oluyor.

ben demiştim. ya! gidip kendimi unutsam çok süper olacak.

şimdi suçlayacak birine ihtiyacım var ve yine sen olacaksın. kusura bakma.
küfürler
küfürler.

öyle işte.
bir süre duruldum. izin verin.

o iki
renk
yeşil
ve yeşil
m
i
?

25.4.11

song for the ending day..


yemin ederim ağır değilim. 50 kilo falan. bir azalır bir çıkar. daha ağırlaşmayacağım, ağırlaşamayacağım, bunun adına atacak adımım veya adım yok. çok ciddiyim. televizyonlarımızı seveceğimizi söylemiştim, televizyonum kadarım. bazı bazı renkleri kayar. görüntünün gelmesi için beklemek lazım biraz. varoldum, bu sefer kaybolamıyorum.

şimdi kaldırın beni buradan, san jose telaşı yok içimde bu sefer, siz de telaşlanmayın. bakın ağır olmadığımı söyledim size ben. alın. al. al da bir renktir, televizyonumda yoktur, yanaklarım ölü beyazı bazı bazı mordur. ellerim de soğuktur. "don't touch me" durun. diyorum ki sakin olun, "the present tense" sakinliği.

şimdi san jose alkışları kopmuyor içimde. yüreğim patlıyor son iki saattir. gırtlağımdaki virüs bu sefer tanıdık. bu sefer biliyorum onu. dokunmayın öyle, ağırlaşamam daha ıslansam da. ıslanırım ama aynıyım. varolduğumla kaldım. anneme hiçbir espri yapmadım, hiçbir şey için geç kalan bir kahkaha atmadı. solna vinç gibi düşen bir kelime artık "ankara". "özlüyor musunuz" sorusu gelince ayaklarımızın altından fareler kaçıyor yuvalarına. cuma akşamıydı. bana baktı ağladı. sonra avizenin yere düştüğünü gördüm ve tren istasyonuna gittim. hiçbir şey patlamadı dudaklarımda. patlatamadım. sonrasıydı işte bahsettiğim anlar.

içimdeki müzikler her neyin içindeyse şimdi daha çok sendeler. aynısı senin için de geçerli, sabah ben sana şarkı yollayacaktım, bulamamıştım. hala bulamıyordum. sonra senden geldi. ha kafamdaki kuşlar yetmiyormuş gibi bir de şimdi hiçbir yerde bulunamayan şarkılar varlar. ben ağırlaşmıyorum ama. yemin ederim.

reklamları kapattım. başlamadan bitirdim, hiçbir değeri yansıtamayacak kelimeler. varolunca anladım. müziğin sesini ne kadar açarsak açalım sessizleşecek sokaklar, bunu sana demiştim ben. ta o zaman. o zamanlar.

sokaklara düşen damlaların pırlanta olduğunu gördün. daha da pırıldadı mı gözlerin. sana demiştim. her şey geriye dönecek diye. ayakkabılarımızı sıkı bağladığımızda da fırsat reyonlarından kaçtık. sıkı. ben o gün, o zaman beyin boşluklarında hızla döndüğüm gün. midemin san jose telaşına kapıldığı gün. o gün hep aynı. aynı kalacağım gibi.

ben ağırlaşmayacağım daha fazla. beni buradan alıp, şuraya koyun işte. .çarpıntılarım san jose telaşıyla yarışıyorlar. kulvar esprisi yok bu sefer.

iki adımlık yerkürenin arka bahçelerinden bana fenalık geldi.

gökyüzüne bakmayı öğren.
sonra güleriz
beni al ve o direklerden birine götür.

yandık desene

6.30 am

-ya gitmeyelim hiçbir yere, nolur..
+ ama olmaz.

7.10 am

-teşekkür ederim
+ben teşekkür ederim.

8.20

dead flowers for her.

8.30 am
o dosya, bu dosya, bu çinli bu türk. onlarda "s" yok. doğuştan peltekler.

ya neyse. bu sabahları olan deniz yolculukları beni çok yoruyor galiba. "chris crossed the country in a van" diye başlıyor bir şarkı. hayır bu chrisler nerede ve beni niye bulmazlar. ben de geçerim ülkeyi süper şekilde. ama yoklar. anca şarkılardalar. yoksa ben de geçerim ülkeyi. iki kere geçerim, öyle böyle değil, önümü alamazlar, geçmez derler iyice geçerim..

"karın kaslarım ağrıyor "
evet çok iyi. ama beni o odada benimle bırakmayın sonra. sonrası çok sancılı. beni bana vermeyin. ağzımın içi yara oldu sustuklarımdan. valla boğazımda yaşayan cüceler infilak ettiler. 4 haftadır boğaz ağrısıyla uyanıyorum. şu an dinlediğim şarkıyı sana yollamak istiyorum ama bulamıyorum.
ben bir kahve alayım.

ya! ne kadar ben merak içindeyim burada, ne kadar umutluyum. oysa salaklık. olmamam lazım falan ama. ne bileyim. nolur yazmasın şu çinliler. biraz sabahımı yaşamama izin versinler. kapı açılmasın kimse gelmesin. keşke deniz otobüsüyle istinyeye devam etseydim. lan! YA!

kesik ve ani itiraz. kimsenin etrafta gönümüyor oluşu. ağır tekmeler atabilirim ben bazen. çok fazla glee. çok müzisyen sanıyorum kendimi. yani kafamın içindekileri ilk defa net bir şekilde cuma gecesi ortaya koydum. cumartesi miydi ? ikisinden biri. herkesi toplayıp anlatmam lazım çok kısa sürede. farkında değil misiniz? hepinizin bir seçim şansı olmuş ve hala da bazı şeyleri seçme şansınız var. okul ya da iş, burası veya orası, mezun olmak ya da olmamak, o meslek ya da şu meslek, kendi işine devam etmek veya etmemek, bir şekilde bir şeyleri bek-le-ye-bil-mek! herhangi bir şeyi değerlendirmek istemek veya istememek, konuşmak veya sadece yazı yazmak. müzik dinlemek ya da televizyon izlemek, bazen kitap okumak ya da tatile gitmek. bu meslekte kariyer yapmak veya başka bir alanda herhangi bir eğitim alarak kendini geliştirmek. işi bırakmak ve askere gitmek, askere gitmek için bir sene daha bekleyip çalışmak. okulu bitirdikten sonra oraya gitmek veya orada kalmak. kendi hayatınızı kendi elinizin içinde hissetmek.

ağır mı? şu cümleleri alın.
bir yerde bir hata var.

karşılıklı tanrıyla birbirimizden nefret ediyoruz. tavşan dağa mı küsmüştü ? nasıl dua ederiz ? "iyi geçsin amin" ne diyelim. ne diyelim. ne diyelim.

22.4.11

for the ending day

cumaları güzeldir ama.
madrugada ile başlanan cumalar daha bi' güzeldir veya sister şarkısını dinlerken o en sevdiğin yerde "bak işte burası" diye birine söylediğini düşünmektir. kendimden geçiyorum olm. öyle böyle bazı notalar.
dj shadow vardı noldu ?
"tomorrow never comes until it's too late"
evet, sizlerle tanıştığım günlerdi, zaman akmak bilmiyordu. yine yüzyıl geçmiş lafını tekrarlamak istemiyorum ama öyleydi be. tekrarladım. yoyo ile kafayı bozmuştum. bir de six days ile. hayat değiştirmeye pek müsait bir şarkı değildi ama farkındalığını sağladığım bir çok boş düşüncenin sebeplerinden biriydi. ben o şarkıyı özlediğimi farkettim ve açtım dinliyorum.
"sabır-sızlanmak"
şöyle demiş özkan gözel afili filintalarda (kim olduğunu bilmiyorum);

"Sabır-sızlan-mamız
ya da
sabrımızın sızlaması,
başa,
en başa
geç-kalmışlığımızdan,
ama aynı zamanda da
ora’ya
neden sonra
rücû telaşımızdan
kaynaklanıyor
sanı-yorum

***
Biliyorum,
ama yine de sabır-sızlanı-yorum. Halimi özetliyor bu. Sabretmeyi ne zaman öğrenebileceğimi bilmesem de onu –zamanla– sızla-yan-sabrım-dan öğrenebileceğimi anlı-yorum. Sabrı böyle yorumlayınca hakeza, zamanı ve zamana yatırılmış varlığımı daha iyi anlı-yorum. Ve zamanla anlıyorum: Sabır yoran bir şey – yoran ve öğreten. Neyi öğreniyorsak, onu ancak yora-yorula öğreniyoruz. Ve neden sonraVaktin çocuğuyuz da ondan..."


ya dasti, biz sabırdan anlamıyoruz galiba. bir şeyler ekleyecektim bu yazının altına ama yok. sabır dediğin şey bende farklı bir tanıma sahip galiba. anla-mı-yorum.


"çok hatırlamaktan deliren biri"
hiç hatırlamamaktan delirlenle aynı kaderi paylaşması çok garip olan biridir. o da elektroşok yiyecektir beyninden. sarsıntı. her olay anında yaşadığı hissi yüzde yüz hatırlayan bir insan, hiçbir şey anlatmaktan hoşlanmaz. bilmem anlatabildim mi ki bilmem. susarak ne kadar çok şey anlatılır. çok güzel olur.

bazı konu başlıkları;

  • kahve içmek.
  • içmek
  • çok içmek
  • deli gibi
  • ve
  • uyanamamak



"düşünemedi felsefesi"
çok güzeldir. çok iyidir. fazla düşünmedim üzerinde. güzeldir. iyidir. fazla düşünmedim üzerinde. düşünemedi abi. of ne güzel duyguların adamı o.




21.4.11

Join the club.


Elmanın annesi Chris Martin'in karısı sevgili Gwynet Paltrow ile alakalı bir şeyler okurken şu cümle dikkatimi çekti "glee'de kendisini şarkı söylerken görmüştük zaten" gibi. grammy de sergilediği sahne performansından sonraydı bu. nedir bu glee dedim. araştırmalarım 2 dakika sürdü. hiçbir şekilde ilgimi çekmedi ve konu orada kapandı.

daha sonra sevgili dasti izlemeye başladı ve "nolur olm lan! "gibi bazı cümle kalıplarının içinde yine "glee" ler dönüyordu. bir amerikano dream sırasında karşımda açık halde tuttuğu elmasından. (ne çok elma dedim) sennheiser kulaklığı uzatıp tek bir sahne açtı glee'den. koca dudaklı, koca kafalı ve kambur bir kız çocuğu sahnede "like a prayer" söylemeye başladı arkasından gay bir arkadaş "vokal yapıyordu" daha sonra kalabalıklaştılar dans ve şölen bir arada. madonna güce güç katan diva. arkasındaki perde açıldı ve madonna'nın kalabalık siyahi vokal grubu çıktı. afedersiniz "hassiktir lan bunlar şey! onlar işte lan" dedim. büyük bir keyifle izlediğim müzakal şölen. siyah ve şişman kız gözüme takıldığında "bunun sesi kesin çok iyidir" dedim ve arkasından bir şey daha dinleteceğim o zaman sana diyerek, daha sonra adının mercedes jones olduğunu öğreneceğim kızdan bir ballad dinletti "and I'm telling you I'm not going". o an dedim tamam ben bunu izleyeyim.



evde kendi imkanlarımla 4 bölüm download ettikten sonra izlemeye başladım. rachel senden nefret ediyorum hala. ilk başlarda hakikaten inanılmaz kafamı dağıtıyordu ve müzikal açıdan müthiş bir şekilde doyuruyordu beni. 4ten sonraki bölümler dasti'den geldi artık televizyonumda ses sistemiyle izleyebilecektim. her akşam ikişer bölüm izlerim diye düşünüyordum fakat geçirdiğim buhranlı dönemler yüzünden kendimi her bölüm sonunda ağlarken buldum. duygusal açıdan bu kadar etkilenip, bazı tiplere olan sonsuz öfkem karışıyor ve benim algılarım hakikaten bozulmaya başlıyordu. önce sayısız küfürler ediyordum, dizi sonuna doğru da sulu göz bir şekilde kapanış şarkısına eşlik ediyordum. şu anda 21 bölüm izledim. sezon finalini izlemek için sabırsızlanıyorum, ofiste izlemek istiyorum, bir yandan bölünür diye bir yandan da evde rahat rahat izlerim diye kendimi yiyip bitiriyorum. etkilendiğim bölümlerin başında ilk bölüm geliyor; joruney. lovin' touchin' squeezin ve don't stop believin'.



ya anlatacak konuşacak çok şey var ama bazı önemli sahnelerin üzerinden tek tek geçmek istiyorum eminim unuttuğum da milyonlarca an vardır
;
rachel'ın iğrenç edasıyla lead vokal rollerine büründüğü sırada mercedes'in Hell to the no! Look, I'm not down with all this background singing nonsense. I'm Beyoncé, I ain't no Kelly Rowland! diye çıkıştığı sahne. yine mercedes'in bust the windows performansı. kurt ve all the single ladies, amerikan futbolu takımının dansı, baştan sona the power of madonna bölümü ki şunu eklemeden geçemeyeceğim;

sue: They had style, they had grace
Rita Hayworth gave good face
Lauren, Katherine, Lana too
WILL SCHUESTER, I HATE YOU

mash up bölümü de başlı başına efsaneydi. GAGA, you are marvelous! sonra kurt ve babasının diyalogları gayet gerçekçi ilerliyor bu kabulleniş ve bilinci ben hiçbir yerde bu kadar açıkça görmemiştim. quinn ve ağlamaları da güzel, çok üzülüyorum arada ama kendisine. brittany'nin salaklıklarına sesli gülüyorum, hemen bir örnek geçelim;
"when i pulled my hamstring... i had to go see the massage-onist; i'm pretty sure my cat's been reading my diary "

santana ve melezliği ya da "kırma" mı demeliydim. adslkjad. neyse. abi will schuester, i hate you diyerek. puck sana aşığım.
puck , rock n roll bebeğim evet!

diğer bir konuda sue ve lafları, "sponge head - square chin "demesi ile beni benden henüz alamasa da, alacak. despot, yani başka kelime gelmiyor aklıma ve biz problemleri böyle görüyoruz;



join the club losers!




şununla veda edeyim;

10.4.11

take care take care take care

explosions in the sky'ın adamı böyle tırmandıran, tırmandıran, tırmandıran, sonra da birden çat diye aşağı bırakan albümü. kapağa bakmak bile size bir adım attıracaktır.


last known surroundings
ne denir ki albümün ilk şarkısından kararımı verdim, sabah akşam fon müziği olacak bunlar bana, gittiği yere kadar, acayip bir büyü bu şarkı. acaba bir tek bana mı hissettiriyor bunları diye düşünmüyor değilim. düşünüyorum ama, yüksek sesle herhangi bir yerde çalmaya başlasa ben hafif gözleri kısıp, sigara yakmayacak, bir şeyler hissetmeyecek adam tanımıyorum ve tanımamalıyım zaten. 8 dakika 22 saniyelik bir başka ömür. bir şarkıya ömür biçmek. şarkılar. of.

human qualities
ciddi anlamda patients vokalleri barındırıyor içinde. yine 8 dakikalık bir şarkı. uyku arkadaşınız varsa, dinleyin beraber. benim yok. ama olsa dinlerdim bu şarkıyı. bir sessizlik hikayesi, finding neverland.

trembling hands
oldukça yoğun bir şarkı olmuş. ruhen de kertiyor, bedenen de kertiyor. sanırım tırmanışın en zorlu kısmı falan. öfkeli oldukça. kızgın, ya çok sıcak ya da çok soğuk. ya nefessiz kalmak ya da çok fazla oksijene bulanmak. başınız döndü değil mi. benim hep dönüyor. geçer. neyse bu şarkı 3 dakika, 8 dakika olsa. bu saydığım uçlardan birinde, uç'ardınız.

be comfortable creature
yine 8 dakikalık başka ömür. bu sefer çok sakinim. daha olgunum, daha aklı başındayım, hatta utanmasam, "bu albümü keşke dinlemeseydim, şimdi bir döngü başlayacak" diyorum. bu şarkının aklıma getirdikleri; hiçbir şeyler. hiç kuruları, evden uzaklar. evlere dönüşler. gürültüler. haftasonu uğultuları. pazar kahvaltıları. şarkı ilerledikçe zamanın hızı artıyor. ellerimi nereye koyacağımı bilemiyorum ben şimdi.

postcard from 1952
geçmiş, geçmiştir işte hepsi bu. albümün geneline baktığımızda süresi yine aynı karar. bahçeden kopardığın, domates salatalık ve biberler. ayağına dolanan sarmaşıklar. herhangi bir savaşın unutulmamış yaraları henüz oralarda bir yerlerde. herhangi bir çocuğun parçalanmış vücudu, bir yerlerde. bu şarkı bir yüzleşmedir.

let me back in
sanırım bana en çok koyan şarkı bu. anne sesleri var arkada bir yerlerde. "hiçbir kadın doğuramaz mı beni yeniden" demişliği var bir adamın. o geldi aklıma direk. çok bir şey diyecek halim kalmadı şu an.

albüm kertiyor beyler.

let down

let down adlı şarkı hakkında konuşmayı, hissetmeyi, düşünmeyi yasaklamamın üzerinden tam 19 ay geçmiş bulunmakta.

6.4.11

dark mobson.

bir yıldı. herhangi bir ayın herhangi bir gününün herhangi bir saati. zira fark var mı aralarında, ben bilmiyorum. bilmem. yürüyordum. adımlarım da birbirine benzer zaten. henüz günlerimi başlamadan bitiren bir şey yoktu. pek bir korkum da yoktu. zaten olmayan şeyler de birbirlerine benziyorlar, ağırlıkları aynı. eksikliğin varlığı aynıdır.

sahi, neden bir şey yemeden uyuyorsun şimdi?

o gün kırık bir bulutla dışarı çıktım, onunla yürüdüm, artık o benimle yürüyor, arkasından da "öfkeni unutma, unutursan düşersin" diye söylenen itici şair yürüyor. sonra o gün ben eve gidip kafamı soğuk suya soktum. çünkü üşümüştüm. şimdi boğazım ağrıyor. şimdi ilaç içiyorum. sonra o ilaçlar kafamda patlayan kuşlara iyi gelmiyor. birinden yardım al diyorum, sonra başkası, "hikayenin kahramanı sensin kurtarılmaya ihtiyacın yok" diyor.

sonra senin karşına geçip oturuyorum. evet gülümsüyorum. ayaklarınla anlatmaya çalıştıklarını içime atıyorum. duyamıyorum. sahi, neden hiçbir şey yemeden yattın?

zaman mevhumundan habersiz, tutulan nefesleri hissediyorum, annesinin boynuna kurşun saplanmasıyla gelen çatırtıyı duyduğunda olduğu yere çakılan çocuğu idrak ediyorum. idrak zor meseledir. biri hastalıktır demişti hatırlamıyorum. o kadar dalgınım ki çok fena saçmalıyorum. sonra dudaklarda ilk okullar patlıyor.

o gün düşüncelerimle beraber sokaktaki evlerin camları yerle bir oldu. sonra tekrar toplandılar, sana körlerin göremediklerini yazdığı kitabı armağan edeceğim, gördüklerini hiçbir zaman sevemeyeceksin.

bugün hiç denize bakmadığım için soğuk suyu yedikten sonra denize yürüdüm. müziksiz hem de. hem de sessiz yürüdüm. ne apartmandaki ışıklar yandı beni görünce, ne arabalar durdu. sanırım yoklaştırılıyorduğum. bu sokak o gün böyle değildi. o gün.

ağzıma çikolata attım bir tane.. bak o gün ben çok korktum. deniz otobüsündeki tüm insanların bana baktığını sandığım gün. aslında arkamdaki kavgaya baktıkları gün. ben travmalar yaşamaya başladım aslında. böyle şeyler olmuyordu önceden. sonra başka türlü bir şeyler. o tip şeyler. çok saçma şeyler. çok garip hissizlikler. zaman mevhumu yiten bir insan için zaman bu kadar hızlı akıyorsa, o insan harbiden çok yanlışlardadır. yanlışlarda olmak. benim sesim çıkmayacak pek.

böyle yaz geldiğinde. daha da yoklaştırıldığımda, yaz korkusunun görkeminden sağır olduğumda, dinlediğim şarkılara bakmayın.

alışacak mısın ?
keşke bir şeyler yiyip, öyle yatsaydın..sonra, sonrası.
bilmem. hani gerçekten iyi olsun bu dersen, "benim için sabah olmamasını dile." içime inen kuzey kışı, başka türlü geçer mi ?

30.3.11

artık buraya bir şey yazmak için içimde istek yok.
üzgünüm.

20.2.11

I know it's serious, it really serious...


the smiths sevmek kahveye takıntılı olmak gibidir. ingiltere aşığı olmaktır. aksana ölümüne tapmaktır.

hatırlıyorum da, en bunlımlı ofis günlerinde deli gibi heaven knows I'm miserable now dinlerdim. herkese de duyururdum, bakın ben bu haldeyim diye, sonra arkasından everyday is like sunday gelirdi. hergün bir posta bu ikisi arka arkaya çalardı. morrissey her zaman güzeldi, the smithsle daha güzeldi, sonrası biraz daha karmaşıklaşıyor. ne kadar sevsem de, hayır the smiths olmalıydı bu adam tek başına olmuyor. dedim çoğu kez.

bütün düğünlerde the smiths çalsın istiyorum deli gibi. evet bunu çok fazla istiyorum. ve bu adamlara olan aşkımdan doğru düzgün iki cümleyi bir araya getiremiyorum.

this charming man en iyisi konuşsun benim yerime. yani bilmiyorum. benim düğünümde de the smiths çalsın, çok yüksek sesle çalsın. o kadar kafa bulandırsın ki, kimse evlendiğime inanamasın falan. radical face, wild nothing, the smiths, sigur ros.

evet! çok sıkılacaksınız! morrissey benimlen evlenir miydi acebba?
çok keyifliyim, tüm pazarımı the smithsle paylaşıyorum. zaten everyday is like sunday!

durdurun beni! dan! şimdi siz bunu izlerken ben de kahve ve gofretle size eşlik edeceğim!

son kez

Sleep don't visit, so I choke on sun and the days blur into one and the backs of my eyes hum with things I've never done.sheets are swaying from an old clothesline like a row of captured ghosts old dead grass was never much but we made the most.Welcome home.Ships are launching from my chest some have names but most do not.If you find one, please let me know what piece I've lost. Heal the scars from off my back I don't need them anymore you can throw them out or keep them in your mason jars I've come home.All my nightmares escaped my head bar the door, please don't let them in you were never supposed to leave now my head's splitting at the seams and I don't know if I can.Here, beneath my lungs, I feel your thumbs press into my skin again..

The ghost inside my head, it never sleeps it just rearranges thoughts and leaves me numb for weeks but I'm okay, I feel fine.because I know there's more than one way to lose my mind.The crows are at the fence, they never blink.they just sharpen all their claws and bear their twisted teeth but I won't bend and I won't move don't have a lot left, just anger, and something to prove so I can't lose.The cold spreads through the house it bites my ears, I can't feel my hands or feet and I'm too scared to sleep and now the ghosts are on the porch. got knives in hand, I think I've seen this before and I might lose and all this time, I've been watching you sleep and the strangest things have been happening to me.

adam rakısından bir yudum almak için şarkı bölmeli.

isyan. vakit isyan vaktidir.
atlarınızı çözün. ama gitmeyin. gidemeyin, gidemezsiniz umarım. beni bırakamamakla cezalandırılın..
sizi şanslı sandım şimdiye kadar hep. hep iyi yanından bakayım dedim. ama hepiniz bu kadar şanslı olamazsınız dedim sonra. siz normalsiniz. hepiniz neredeyse aynısınız. anormal olan benim. şanssız olan benim dedim. sonuçta insanlar insanların yaptığı çoğu şeyi başarabiliyorlar. ama benim kafamda kuşlar patlıyor dedim.
iyi demiş olmalıyım ki, peder pazar günü kiliseye davet etmedi beni.
söylesenize ne kadar az şey biliyorsanız o kadar çok konuşuyorsunuz.
sessizlik. kırılan ne varsa, beceriksiz edebiyatçılara teslim ediyorum, istanbuladaki her unsurla postmodern şarkı yaptığını sanan adamlara emanet ediyorum. kadınlara da ediyorum. umarım hep yağmur yağar. hep yağsın öyle nefret edin ki buradan. yerle bir edin. yağmurdan bıkın. benden bıkmaya mecaliniz kalmasın... benim nabzım atmıyor, ağzımda tad yok, nefes alamıyorum. bu da böyle bir anım..

birden bire birine attığım msj. aldım buraya koydum. bu kadar.

15.2.11

gibi

the smiths hayranı bir adamla sigur ros dinlemek gibi. evet.

14.2.11

andvari

bu ne demek, andaval gibi demeyin. dediğinizi biliyorum, kendisi mitolojide, istediği zaman balığa dönüşen kısa boylu cücedir. haha! çok komik oldu değil mi ? kısa boylu cüce. ya bakın.

ş;

mükemmel bir defter ve kalemim oldu. hem de çok uzaktan geldi. toronto'dan. neyden korkuyorum biliyor musunuz ? o deftere yazdıklarımın en başta beni ve tesadüfen okuyan birini üzmesinden. zira benden temiz kelime çıkmıyor. yani çıksa da bir şeye benzemiyor. aylak beyni diye adlandırmıştık en son. ama değil sanırım. hala gizemini koruyor.amerikano biterken ayaklarım üşüyor, artık gitme vakti. muz kabukları temizlenmiş sokaklardan, soğan kokusundan başım dönüyor. hava soğuk mu sıcak mı bazen anlaşılmıyor. bir şey söylüyorum kahkaha atıyorsun sonra kapı çalıyor geliyorsun önce masa kuruluyor, yemek yeniyor evdeki herkes pek mutlu görünüyor. benim için neyin önemli olduğunu biliyorsun, onların mutlu olması. sen bunu sağlayabiliyorsun. sonrası malum, psikoloji bozan etmenlerin üzerinden geçiliyor sonra çok nadir yaptığın bir şeyi bana yapıyorsun. anlam veremiyorum. sormuyorum, ama öğreniyorum illa ki. iyi ki varsın bence. iyi ki yani bilmem. öyle. bana katlanıp bir de üstüne yavaş yavaş bana benzediğin için lili dinliyorum yine.


okea;

tek kelimelik cümlelerle söylüyorsun olmaması gerektiğini, senin omzun bir geceye dair hatırladığım son şey. ikiniz bir arada çok güzelsiniz. siz hep böyle kalın istiyorum.
5 kişiden fazla insanın binmesinin "çok" riskli olduğu asansöre biniyoruz. ikinci kata çıkıyoruz. durduğu yerde kapı yok;

-kaldık burada çünkü burada kapı yok.

arkamızı dönüyoruz, kapı yer değiştirmiş.

kimse;
o gün oturuyoruz işte tam bu kanepede. ışıklar bu kadar çok değil o zaman. bilgisayarım da bu değil. neyse sehpanın üzerinde. heima izliyoruz. sonra ben ağlıyorum. sen görmüyorsun. heima'yı kımıldamadan izliyoruz.

omar;
yine aynı yüksek tavanlı yer, zeki müren çalıyor, rahatsız sandalyelerin üzerindeyiz, 50 mt ilerideki dolapta bir çok yemek var. tam karşısındaki dondurucu ise birayla dolu. yetmeyecekmiş gibi hissediyorum, nefesim daralıyor. hiçbirinden tad alamıyorum. hiçbiri bir şey ifade etmiyor. zeki müren o sırada beni öldür öyle git diyor. sana diyorum ki, takıntı korkulacak bir şeydir. sen her şeyi benden saklıyorsun. sonra gidip onu görüyorsun. beni soruyor sana. anlatıyorsun hem de bire on katarak. o zaman duysam bu beni rahatsız ederdi ama dün söyledin. o yüzden şimdi mutluyum. hem biz dün de aynı yerdeydik, sadece zeki müren çalmıyordu. hiçbir şey çalmıyordu. dışarıda oturduk ve sigara içtim ben. içeride otursak belki zeki müren çalardı.

zu;
hastane koridorunda nefes bile almıyorum. susuzluktan boğazım yapışmış durumda. ameliyat kapısına 250 mt yaklaşmamız yasak. kolumu öyle bir sıkıyorsun ki, o an insan hiçbir şey düşünemiyor. sonra dışarı atılıyorum ben. aslında buna üzülmüyorum. hastaneleri sevmiyorum. bir başka gün kapımda bitiyorsun beni zorla doktora götürüyorsun. acil servis millet kanlar içinde, bağıranlar, aksıranlar. lütfen geri dönelim diyorum sana, ısrar ediyorsun. doktor bana "sevgilinden mi ayrıldın?" diye soruyor. sen gülüyorsun, sen güldüğün için adama küfür etmiyorum sadece "hee ayrıldım" diyorum. elime bir kağıt tutuşturuyor. bilmiyorsun belki ama ben hep nörolojiye yönlendiriliyorum. sonra seninle biz gülüyoruz, biz güldükçe herkes gülüyor, artık biz gülüyoruz. çünkü çok az görüşüyoruz. insanlar görüştüklerinde sorunları mı azalıyor yoksa ? yani kattığımız değerle mi çoğalıyor bizim üzüntülerimiz. üzüntü biri şahit olduğunda mı var oluyor. bak yine çıkmaz bir konudayım ben. seninle paylaştığımda sonuca ulaşacağız ama şimdilik böyle.

un;
seni her gördüğümde, seni gördüğüm ilk güne dönmek istiyorum. 300 metre koşup sarıldığımız güne. şaşkınlık içinde seni izlediğim güne, bana her bakışında sonsuz bir enerjiyle irkildiğim güne. alkolün beni henüz ağlatamadığı o güne. ben çok mutluydum o gün. sonrası biraz karmaşık. sonrası biraz eksik veya +1 fazla. bir fazlalık var yanımızda, bir eksik. ben bilmiyorum. seni her gördüğümde ben bazı şeyleri söyleyemiyorum. iyiyim diye bil sen.


sc
lütfen sigara yiyelim seninle. lütfen. kahve kusalım sonra. seninle olmayan şeylere küfür edelim. marsta yaşam var diyelim ve gülelim, keyifler nasıl diye sorduğumda cevap verme. insanlar bizi sadece deli sansınlar. kendimi kimseye anlatamayacağım. sen varken ayıp oluyor çünkü. biz konuşalım onlar dinlesinler. radyo kuracağım sana. sürekli konuş sen. sen hep yanımdasın, eksikliğin o akdar büyük işte. lanet olsun. hep böyle olmaz mı zaten. tam kavuşacakken güzel kız ölür, tam ayrılacakken tekrar kavuşurlar. son anda kalp masajı işe yarar. adam tam yürürken kafasına saksı düşecekken ayağı kayar ve saksıdan kurtulur. bana hiç böyle mucizeler olmadı, ölüm veya yaşam gibi, sonra anda gökten gelen bir ışık falan görmedim ben, yaşadığım her iğrenç süreç kanırta kanırta eridi geçti. her şeyin bir şekilde biteceğini anladığında hayat iyice çekilmez oluyor. artık hiç uykum gelmiyor. daha da hızlı geçirebiliyorum zamanı. kendi çektiğim fotoğraflarla kafayı bozdum. bir keresinde sapancadaki gökyüzünü çekmiştim. acayip haşmetliydi. zaten selin içmeliyiz. bu bilinçle olmuyor.

ec
size ne demem gerektiğini bilemiyorum. sizi anlayamıyorum. en yakınımken en uzağımdasınız gibi bir his kaplıyor içimi. ben sizin için her şeyi yaparım. ama biz birbirimizi bilemiyoruz. üçümüz de bir anlaşılmazlığın içindeyiz. hiçbir şeyi farkedemiyor gibi görünüp, her şeyi biliyoruz. her şeyi bildiğimiz için üzerine konuşulmayacak şeyleri de biliyoruz, o yüzden uzaklaşıyoruz işte. sadece içilirdi bir ara. artık sadece uzaklaşıyoruz ve sizi çok seviyorum...

ve sen sarışın çocuk, elleri, kolları boyalı çocuk. sen gittin ben kendi gidişimin içinde yuvarlandım. hem tesadüf değil arkadaş, sen gittin ve bütün olaylar tazeliğine kavuştu. sen iyisi mi bu olayın bir resmini yap. sen geri geldiğinde, tazeliğini yitirmiş olacak ama olsun. hatırlıyorum. sana zorla heima izletişimi. kendi dünyamı sana anlatmaya çalışmamı. hep yarım kaldı ama. bana bir gün öleceksin, geberip gideceksin diye bağırdığın ana dönüyor bütün hayale benzeyen şeylerim. hepsi oradaki çalılıklara çarpıyor ben koşarken. o sebeple yok oluyorlar yavaş yavaş..

mavi kuş
sen kaybettiğim bütün mantığı bana absürdlükte gösterebilirsin. aylak beyinlerinden ergen beyinlerine, tek tek atlayıp durduk. gerçirdiğimiz zaman aslında çocuklarımıza anlatılacak bir şey değil. zaten biz çocukları olacak varlıklar değiliz, en iyisi başka çocuklara anlatmak. bazen sevmediğim çocuklar oluyor, onlara anlatabiliriz. reklamlarda fal bakarız. sonra hemen çayı koyarız, sonra tekrar çekirdek çitleriz, e bana müsade dediğim zaman sen allah adı verirsin. allah dersin sadece. sonra pınarla şarkı söylemeye başlarsınız ve ben ağlarım azıcık. gökyüzüne taptığımız bir gün, sen kırmızı ayakkabılarınla fransadan geliyorsun. ben yine mutsuzum, yine memnuniyetsizim. sen de biliyorsun ki uzun sürdü, yanlış giden bir şeyler var.

ss.
sana diyecek lafım yok. üzülme artık.

yani üzülmeyin, zaten istiyordu diye düşünmek zor olmamalı.

12.2.11

bir yer. birileri.

tünelleri düşünmek gibi bir alışkanlığım var, aslında bunun şubatla ilgisi büyük, geçtiğim en uzun tüneli şubatta geçmiştim. 2009 şubat. tünel aynı tünel, yol bitmeyen yol, aslında bitti. labirentin duvarıyla karşı karşıyayım şimdi. yanlış yolda ilerlemeyi bir köşeye bıraktım. şimdi sadece duruyorum, üstelik yol bile değil durduğum yer. saçmalığın daniskası. anneme rüyalarımı anlatmaya başlayınca, mutfağa gidiyor.

sabahları hep sana benzerdi belki.
bir eksikliğin ağırlığı garip gerçekten, olmayan bir şey insanı nasıl yorabilir. bunu görmek mi gerekiyor illa ki. ne gerek var demediğimde, herkesin anladığını düşünüyorum. ben hiçbir şey demiyorum.

onulmazlığımı deştikçe içinden ben çıkıyorum, ben kendimle karşılaştıkça daha çok deşiyorum. bu bir onulmaz hastalıkmış. zaten bu isteksizliğin sebebini çok fazla araştırmamalıydım.o kadar açık ki. aslında ben çok iyi biliyorum, uzun süre kendinden bahseden birinin katlanılmaz olduğunu, ama o an farkında değildim kendinden bahsettiğinin. uyumsuzluğa takılmıştım ben. çoraplarımla biranın uyumsuzluğuna, miktar ve kişi sayısının uyumsuzluğuna. drake şarkılarının aslında belli belirsiz olmalarına. araba kornalarının bir şey anlatmadığına. dinlemek zorunda olduğumuz sessizliği trenlerin bozabileceğine. arka arkaya çok ağır cümleler kurulduğunda zaman sıkılır ve yavaşlar. ölümden konuşmanın dayanılmazlığı onun yakın olmasıdır, hemen yanında falan işte. drake şarkıları gibi belli belirsiz bir insana dönüşüyorum. olsa da olur olmasa da insanı. evet işte, bana ne istediğimi bilmediğimi söylemekten vazgeçin, ben var olmak istiyor muyum onu sormayı deneyin.


bu garip mutsuzluk bir yerde bir şiddete dönüşecek demişti biri. ne kadar çok biri var. siz farkında mısınız. dark mobsonlar dökülüyor kafamdan. bu his geçer. babamın futbol aşkıyla gülümsediği, annemin yemek dumanıyla büyülendiği. televizyonun sesinin her zaman makul olduğu, müziğin sıradan bir şey olduğu, o "biri"lerinin kimse olmadığı. hepsinin birer ismi olduğundaki gibi olan o his geçtiyse. bu his de geçer demek istiyorum.

fakat geçecek gibi değil, bu kadar mantıksızlık, mutsuzluk, gerginlik nasıl bir araya geldi, ben daha iki kelimeyi bir araya getiremiyorum.

aşırılıktan ölüyorum.
beni susturabilecek misiniz ?

her şeyin bir şeyleri hatırlattığı doğru, birinin gidişi bana kendi gidişimi hatırlatıyor, daha çok ağlıyorum, birinin gelişi bana başka bir gelişimi hatırlatıyor, huzurla doluyorum. balkonda otururken hep atlayanları düşünüyorum, koşan atların düşen atları hatırlatması gibi. zınavadan çıkıp balkona koşarken ne diyeceksiniz, ağzınızı kapatın lütfen. bunun olacağını bildiğiniz gibi bununla yaşamayı da başaracaksınız. siz her şeyi o kadar güzel başarıyorsunuz ki, benim ruhum bedenimden ayrılıp koşmaya çalışıyor. ben farlara koşarken, nasıl bağıracaksınız ?

gilbert'i çok iyi anlıyorum, keşke anlayamasaydım. anlayamasaydım, kendimi de, onu da anlayamasaydım. bu kadar iyi bilmeseydim.
şimdi beautiful losers okuyacağım. itirazı olan ?
aslında bir şeyi, başka bir şeye benzetmekle geçiyor tüm vaktim.

25.1.11

akıl hastasını günlüğü

şimdi günlük ben bu günü yazacağım sana ama sana yarını yazmayacağım. aslında dünü yazsam güzel olur. önce sabah kalktım sigara içtim bir tane. bahçedeki köpek eve girdi, her yerle mutlaka temas ettikten sonra mutfak masasına çıktı sonra yemekleri yedi oradaki ve kaçtı. küçücük de bir tip görsen günlükcüm hakkaten küçük yani. sonra benim yiyeceklerim kalmadığı için ben bir tane daha sigara yaktım. tanımadığım bir çocuk geldi ve mandalina yerken üzerime fanta döktü. kulağımdan donuma kadar fanta oldum. sonra suyun altına girdim ama giyecek bir şeyim yoktu. bir tane şort giydim üstüne bir tshirt buldum sonra plastik çizmeler giydim ve bahçeye çıktım. üzerime fanta döken çocuk saçlarımı yapmak istiyordu. elimden tuttu bahçede yürüdük. sonra sağır olan dalmaçyalı köpeğe yaklaştım ve naber dedim, cevap vermedi çünkü sağır sonra kırmızı lahanaları sirke ve limonla ovdum, 15 dakika bekledim, sonra tekrar yağ, limon ve tuz ekledim. yedim günlük ben onu yedim. bir adet redbull içtim. o sırada başka bir çocuk piyanoda son ses samanyolu çalıyordu. kıs sesini dedim ben deniz yıldızı izlicem dedi. açtım izledi. ben sonra telefonumdan oyun oynayıp dünya rekoru kırdım. uyurken anneme her şeyin bittiği yer, ilk defa sağır olmak istiyorum dedim.
günlük ben deli olduğum için kimse beni delirtemez sanıyorsun ama yanılıyorsun.
yarın da bugünü yazacağım. hoşkal.

23.1.11

imdat

12.1.11

older chest


damien rice olsun, kırmızı şarap olsun bir kaç kişi olsun, hani o çok sevdiklerimden. böyle etrafımızda müzik dönsün... sakince. yuvarlak oluşturalım falan. yuvarlak masa olsun. herkes sarhoş olsun. ama sussun..

damien rice çalsın.

2.1.11

ben bu adamın sesini duyunca yükseliyorum!

Shoot me into sleep, your beauty is so close to me

And even better still, warm nights and the chill
Creeping down my bones, reminds me I'm alone
My sweet midnight surprise, staple down my eyes
Stars I cannot see, take me galaxy

Deeper in the zone, 2-player combo mode
Creeping down my bones, reminds me I'm alone
My sweet midnight surprise, staple down my eyes
Stars I cannot see, take me galaxy

Ejacquantumbreeze!

And even better still, warm nights and the chill
Creeping down my bones, reminds me I'm alone
My sweet midnight surprise, staple down my eyes
Stars I cannot see, take me galaxy

Deeper in the zone, 2-player combo mode
Creeping down my bones, reminds me I'm alone
My sweet midnight surprise, staple down my eyes
Stars I cannot see, take me galaxy

Ejacquantumbreeze! Even in the sea
Replace all meaning - "I-spy"

Fuck, I think she just saw me, stop hiding in the sea
Shit, my midnight surprise has found out all my lines
Crunch time, night time, palm luxuries which I mistake for life
Don't talk to me, stay away unless you want me near you

I'm waiting in silence and cloaking my violence
You, almost encourage my happiness, but I know best
Wake up, smell the semen, this will never happen for you
Evil waits inside your home and shakes you through and through

Oh, wake up princess

I guess, deep down, my heart is not as pure as it was
And my food is ruined, the freezer doorway to above
I'll fire in the sun, I'm dying just for fun

And what is left of this?
My fare is calling down for you all to go away, forget the fall exists
I'll fire in the sun, I'm dying, just for fun

As I lay in bed, wrapped in cold sweat, just take me now

Shoot me into sleep...