30.3.10

yonderhead


7 dakika 52 saniyelik bir ömür.

dinledim
sevdim
öldüm
gibi
olmalıydı.

thomas feiner & anywhen'den geliyor...

My spine and leverage
Were not mine
Some items borrowed
And now gone

Pick me up, animate me, render me
Take me back, to the ghosts
Of the day

Lend me a life
Put me on a loop again
Define, define me ‘yonderhead’

My plots and purposes
Were not mine
Just items borrowed
And now gone

Hook me up and ignite me, play the coarse
Bring me back, to the ghosts
Of the date

Lend me a life
Put me on a loop again
Define, define me ‘yonderhead’

Lend me a life
Put me on a loop again
Just spine me up for liberty and hopes
Liberties and hopes, and liberties and hopes
Define me
And bind me
And I’ll crawl the pretty path
I’ll crawl the pretty path

29.3.10

el radio


temmuz 2009'da çıkan Chris Garneau albümüdür el radio.

kendisinin 2. albümü olan el radio, tarzından asla ödün vermediğini gösteriyor buram buram.

yakışıklılığı, dokunaklı sesi ve eşcinsel olmasıyla zaten büyük bir ilgi alan chris ilk albümünü 2006 yılında çıkardı, music for tourists albümü insanlara derin bir yolculuk hissi uyandırırken, bir sene sonra gelen c-sides aldı epsinde 5 şarkı ile, " ben geliyorum" işaretleri vermişti

en sonunda temmuzda çıkan el radio, chris'i iyice aklımıza soktu, bir daha çıkabileceğini de sanmıyorum..

albüm öyle bir başlıyor ki, kalakalıyorsunuz oturduğunuz yerde, "the leaving song" ilk şarkı, bir gidişin şarkısı, ilk dinlediğimde "bu şarkı yasaklanmalı" demiştim kendime..

ama arkasından gelen, radical face tarzındaki dirty night clowns neşeli ritmin arkasına gizlediği öfkeyi çok iyi bir şekilde insanın en derininde hissettiriyor, hani sinemaya gidersiniz, "film harikaydı, hem güldük hem ağladık" dersiniz ya, dirty night clowns'da aynı şekilde bu hissi uyandırıyor.

raw and awake ise bir dinginlik katıyor ruhuna tüm albümün,

hands on the radio, the leaving song'da başlayan karanlık havayı devam ettirmek üzere albüme konulmuş gibi, piyanosundan tüm nefretini çıkaran chris, insanları pek düşünmüyor bunları yaparken! bu güzel bir şey mi, kötü bir şey mi o sizin müzik zevkinize kalmış..

no more pirates bence albümün en sağlam şarkılarından biri, defalarca bir filmi izlersiniz ama bunun sebebini asla sorgulamazsınız ya, çünkü sevmişsinizidir o filmi... böyle bir his işte.. tam tanımlamak zor bu adamın yaptığı işi, kusuruma bakmayın siz..
bahsettiği korsanlar, sanırım kabusları.. sizi tekrar istemiyorum diyerek, firefiles'a geçiyoruz..

fireflies fazla çocukluktan geliyor benim için, şarkının, sözlerin, enstrümanların kurduğu garip senaryoda hakikaten kendi çocukluğunuza dönmek bir kaç saniye alıyor.
şarkıdaki durup, hızlanmalar, çocukluk heyecanlarından başka bir şey değil..

home town girls fazla jazz, pek bu albümdeki yerini anlayamadım diyebilirim, ya da tamam kabul, pek sevmedim.. fakat albüm geneline baktığımızda her ne kadar çok fazla sırıtmasa da, bunun tek sebebi yine chris'in sesi..

8. şarkı over and over tam anlamıyla bir 5:14lük başyapıt. vokallerin güçlü oluşu, ritmlerin dikkat çekici oluşu ama chris'in değişmeyen sesi dediğim gibi bir sıkışmışlığın, kısır döngünün, yalnızlığın ve farklı olmanın getirilerini çok güzel sözleriyle dikkat çekerek benim de the leaving song'dan sonra ikinci favorim oluyor albümde..



cats and kids yine fazlaca karanlık ve hüzünlü, fazla ağır, fazla dinlenirse kötü sonuçlar doğurabilir..

Les Lucioles En Re Mineur ise albümün geneline yansıyan melodilerden oluşan bir piyano solosu, albümü lezzetli yapan etmenlerden birisi.. çok güzel bir fikir olarak albümde 10. sırada bulunuyor.

things she said fazla düz ilerleyen bir şarkı, bana göre sıkıcı bir şarkı.. yine pek de göze batmıyor..

pirates reprise ve black hawl waltz biraz aceleye gelmiş gibi, albümün sonunda bulundukları için böyle düşündürüyor olabilir ama the leaving song ve dirty night clowns ile başlayan bir albümden daha iyi bir bitiş beklemek sanırım haklı bir bekleyiş..

pitchfork dergisi her ne kadar albümün tutkudan yoksun olduğunu söylese de chris garneau fazlasıyla tutkulu bir albüm çıkarmış karşımıza ve pozitif yorumları sonuna kadar hak ediyor.

söylemeden geçemeyeceğim bir detay ise, albümü baştan aşağı dinledikten sonra, her seferinde yaptığım şey, bütün şarkıları çıkarıp tek başına the leaving song'u açmak oluyor, defalarca dinledikten sonra ancak tatmin olabiliyorum..

I, I know
you like me
I know
you do...

give me the words,

hmm,

gelenlere bakarsak, elifle birlikte, blonde redhaed, nouvelle vauge, e bow the letter, radiohead.

ve daha bir ton öldürücü eser.

türk sana müziğini unutmamak lazım.

gözleri bir aşk bilemecesi sorar gibi olan ibneleri bu kategoriye sokamamakla görevlendirilmişken,

iyi ki geldin ulan adi! diyerek lafımı sonlandırıyor ve şu fotoğraf ile huzurunuzdan ayrılıyorum;

28.3.10

kim geliyor, kim geliyor..

Söyleyemem derdimi kimseye, dermân olmasın diye
inleyen şu kalbimin sesini ağyâr duymasın diye
Sakladım gözyaşımı vefâsız o yâr görmesin diye
inleyen şu kalbimin sesini ağyâr duymasın diye..

türk sanat müziğine olan tutkumdan bahsetmeyeceğim yahu! tamamen başka bir yazı olacak bu şimdi.. bu yukarıdaki bir espriydi.

zamanında bilemediğimiz değer vermelerin artık su üzerine çıkıyor oluşu ve tahammülsüzlüğümüzün suratımızdaki gülümsemeye yansıdığı şu dönemde, msn'de adı aniden aşağıda beliren bu insanla, tek bir cümlede tekrar bir araya gelişimiz üzerinden yaklaşık iki ay geçmiş bulunmakta...

zamanında yaşadığım bütün kimliksel ve hiçbir zaman tanımlayamadığım isteksizliklerimin yanında her zaman kapımı çalmış bir insan olaraktan şu an şu dakika da ecemden özür diliyorum.

28 mart doğum günü olan, yæni bugün doğan zamanın makbilesi, dilberi, zamanında beni en çok güldüren bu insanla tanışmamız, görüşmelerimiz her zaman ama her zaman bir sıkışma, bir entrika, bir gariplikle ilerlemiş olsa da, şu an, şu günde bu durumda olduğum için, bu cümleyin bitirirken gülümsüyorum..

kendisine yine zamanında yakıştırdığım "supergirl" sıfatını hala güvenle ve kararlılıkla koruyor olmasından bu yana iki sene geçti, güçlü oluşuma güç katan görüşleri ve umursamaz tavrıyla, tam anlamıyla bir happy-go-lucky olarak mantığımın sınırlarını zorlayan ve bu şekilde edindiği dayanma gücüne beni imrendiren canım arkadaşım.

"the sky is full of memories" dediğim zaman beni eminim ki en iyi anlayan supergirl olaraktan bizim şu anda çok ama çok iyi bir yere gelebildiğimizi ve artık eskinin çok geride kaldığını anlayarak, amacımızın bundan sonra hep o günleri anarak gülmek aynı zamanda eksik olsa da üzerine yenilerini eklemektir. hep hayatımda olman dileğiyle be!

köhne bir müzikholde, yaşlandığım vakit, nikotinden sararmış parmaklarıma aldırmadan, gelip beni oradan kaldıracak, hatta kaldırmadan yanıma oturup beni orada güldürebilecek kapasiteni ve kabiliyetini seviyorum.

iyi ki doğmuşsun.

en sevdiğim fotoğrafın da bu.

mavi kuş'u gülümsetmek.


selin can't
I can't
but maybe we can anasını satayım!

ikimizinde kırpılmasından bu yana baya bir uzun zaman geçti sanıyorum ki, anlık krizlerimiz, aynada medyum memiş görmelerimiz, kendimize gelmelerimiz hepsini unuttuk gitti.

yahu daha neleri unutmadık ki biz, ben yolun en kenarından yürümeye başlayalı baya uzun zaman geçti..

biz ne gong'lar, ne yonderhead'ler atlattık be...

düşünsene mesleğimizin, yamuk kaldırım taşlarını saptamak olduğunu, ya da editörlük gibi değil de, tamamen şantaj üzerine kurulmuş bir yazarlar cemiyetinde, basılmış ve best seller olmuş kitapların hatalarını bulmak, ya da mantıcı da mantı yapmak, yok yok kulaklık denemek olmalıymış aslında, yada oyun çözümlemek, veya pelin batu'nun en yakın arkadaşı olup onu aşağılamak ve sonra da dost acı söyler demek...
aslında mesleğimiz avcı olmalıydı anasını satayım, iyi müzik yapanları avlayıp, o korkunç üzücü derecede yaptıkları şarkıları hiç dinlemeden engellemek..

veya gıcık olan kadın kısmını çamura batırıp saçlarına yumurta kırmak, tarihi eser kaçakçısı da olabilirdik aslında, ya biz var ya, çok iyi tokat atardık.. robot mu yapardık ? o da olurdu. mesela masaj yapmaya programlanmış robotlar üretebilirdik.

alkolle ilgili mesleklere girmeyeceğim.. rakı, şarap.... ve bazılarıyla zaten içli dışlıyız çok şükür.amin allahım tövbe.

saçmalamak kabiliyetim artık yazıya dökülmüyor.
bu yazıdan bunu çıkarıyoruz,
her koşulda
selin can.
severim seni çocuk, senin kuzenini de severim
yæni
o yee men!

27.3.10

birileri var


sonunda geliyor.
girl of the hour..

new adventures in hi fi - r.e.m ve bir garip korkular

bir gün bu albüme yazabileceğim,

sene 1996
r.e.m.

the sky is full of memories


oracles always lie,
bugün peyote'de
fakat benim daha önemli bir yere gitmem gerekiyor..
.
.
.

ecem, doğum günün kutlu olsun....
.
.
.
yataktan çıkmaktan daha çok nefret ettiğim şeyin ne olduğunu bulduğumda sanırım kıyamet kopabilir..
.
.
.
tekrar fotoğraf çekmek güzel olurdu. hem seni de çekerdim belki, hatta kamerayı elimden bırakırdım ve birileri bizi çekerdi, birileri bizi parmakla gösterirdi... bilmem ki, bilemedim pek, güzel olurdu ama..
.
.
.
homesick adlı kings of convenience şarkısını dinlemeden önceydi, ben 17 yaşımda bir başıma almanyadaydım, göçmenlerin gittiği kursa gidiyordum oysaki öğrencilerin gittiğine gitmem gerekiyordu, yemek yemem falan da lazımdı da, kimsenin yemek vermediği bir evde beslenmek zor oluyordu takdir edersiniz ki, sonra ben bu fotoğrafı çektim ve hiç duymadığım bir şarkı kafamın içinde sürekli çalmaya başladı, "I no longer know, where my home is" diyerekten.. güzel fotoğraf işte.

.
.
.
bir anneler gününde, çocukların anneleri istedikleri yere götürmeleri ama annelerden çok kendilerinin eğlenmeleri... bu sanırım hep böyle olur, annelerin hep yapıcak bir şeyleri vardır...
.
.
.
dün akşam annemin çocukluğuma dair hiçbir şey hatırlamadığını farkettim, babamın da aynı şekilde, benim hatırladıklarım ise hayali arkadaşlarım olduğu için, şimdi oturup onlarla o dönemleri anamıyorum..
.
.
.
ya evet, oracles always lie.

26.3.10

won't you come and read the future


günün şarkısı
lost channels albümünden,
bir great lake swimmers şarkısı

palmistry
You see by the lines on my hands
I´ve been carrying a heavy load
You follow them across my palms
Where they run like roads

Won´t you come and read the future turn it on
Won´t you tell me how I will not feel so lonely?

And read the patterns on my skin
Let the fire somehow get in
See my heart-line is intact
So this is what I lacked

Won´t you come and read the future turn it on
Won´t you tell me how I will not feel so lonely?

Under the weight of this balmy night
Tell me something so divine
If there´s future in these lines
Bring into the light

yæ biliyorum, çok iyi.

fazla okuma sıyırırsın..


afilli filintalar,
bakmakta fayda var ama, çok değil;

Precious: Based on the Novel Push by Sapphire; Love ain't done nothing for me




bir kaç dakikalığına farklı olduğunuzu hayal edin, fakat bu farklılığın sizi yerin dibine çekeceğini düşünün, acımasızlığın en sertiyle baş etmek zorunda kalacağınızı hayal edin, aşağılanma ve dalga geçilmenin en ağırını yaşadığınızı..

kime koşardınız ?

elbette ki ailenize, gün içinde ne yaşarsanız yaşayın, eve gittiğinizde bir huzura sahip olmak zorundasınız bir çoğunuz, salonda olmazsa, odanızda. odanızda da olmazsa illa ki mutfakta veya bir yerde.

içinizdekileri anlattığınız zaman size inanacak olan bir anne veya bir baba, arkadaş, sevgili mutlaka olmalıdır etrafta.

diyelim ki bunların hiçbiri yok ve en başta bahsettiğim, sokakta, farklılığınızdan dolayı yaşadığınız bütün o aşağılamaların en ağırını evinizde yaşıyorsunuz...

artık empatilere dayalı tutarak bu yazıyı daha da karanlık bir hale getirmek çok gereksiz olacak.

yönetmen koltuğunda lee daniels'ı görüyoruz,
ikinci filmi olan precious based on the novel push by sapphire görüp görebileceğiniz en sarsıcı hayat hikayelerinden biri.

öz babasından bir sakat çocuğu olan ve bir ikincisine hamile olan 16 yaşındaki obezite hastası, precious'un, okuldan atılıp, sorunlu gençlerin gönderildiği okula gitmesiyle başlıyor macera. harlem'in tüm gerçekliğiyle izlediğimiz film aslında bizim de yaptığımız utanç dolu dalga geçme ve farklı olanı yadırgama alışkanlıklarımızı (hepimizde var bu) yüzümüze tokat gibi vuruyor. (pek kilişe oldu)

ama filmdeki en önemli etmen kesinlikle mo'nique oldu benim için, öz kızına tecavüz eden kocasının evi terketmesiyle birlikte, mo'nique'de başlayan öfke tamamen precious'a yönelir, "beni neden sevmedi, seni sevdi" psikolojisiyle, kızına ettiği küfürler, aşağılamalar ve durduk yerde kafasına fırlattığı, tava, tabak, saksı vb nesnelerle, son hızla intihara sürüklüyor kızını. tahminimce, o öfkeyi ve o iğrençliği ekrana bu kadar çarpıcı yansıtmak çok yerinde bir yetenek gerektiriyor, ki zaten en iyi yardımcı kadıncı oscar'ını da aldı.



gabourey sidibe (precious) üniversite için para biriktirmeye çalışan bir genç kızken, birden bire, sandra bullock, meryl streep gibi isimlerle en iyi kadın oyuncu oscar'ına aday oldu.

film mo'nique in aldığı en iyi yardımcı kadın oyuncu oscar'ının yanında bir de geoffrey fletcher'ın elinden çıkma, en iyi uyarlama senaryo oscar'ını da aldı.

hak etti mi derseniz.
gidin görün,
sonuna kadar haketmişler.

25.3.10

but, what do I know..


sene 2004,
bir klip,
insanların birbirinden hiçbir farkı olmadığını inleye inleye bağırıyor.
bir albüm,
hayatın her şeyine dokunuyor.
bir tracklist,
gökkuşağının renkleri arasında gezintiye çıkarmak için sıralanmış.
ve bedshaped.

sene 2010,
asla eskimeyecek olan keane albümü. asla eskimeyecek olan bir albüm.

1. somewhere only we know
2. bend and break
3. we might as well be strangers
4. everybody's changing
5. your eyes open
6. she has no time
7. can't stop now
8. sunshine
9. this is the last time
10. on a day like today
11. untitled i
12. bedshaped

"istanbul'a ya bir şeylerden kaçarak varılır, ya da gün gelir, ondan kaçılırdı"





-"bu kitap sevilir..."

Chasing After Deer


dikkat ettim de, geçen sene en çok üç albüm dinlemişim,
1)radical face
2)midlake
3)fleet foxes.

Bunların arasında en iyisi bana göre radical face'tir, bu konuda kendimden ileri derecede eminim, fakat aynı onur'un dediği gibi "bulutlu fakat güvenli hava" taşıyan midlake'i bütün sonbahar kış dönemine sığdırdım 2009'un.

Bamnan and Slivercork albümünde daha çok sanki "işte bizim tarzımız diyorlardı, daha kaygısız, daha rahat, they can not let it expand sanırım bu tanımıma cuk oturan bir şarkı olacaktır ki, bilenler bilir. zaten sene 2004, yani o zamana göre çok ama çok ilerde bir albüm.

The Trials of Van Occupanther'a gelince daha bir güven var, daha çok emek var, daha iyi sözler var, daha iyi melodiler var, sıkmayan, baymayan. roscoe'dur çoğu kişinin favorisi ama ben bu albüme head home ile kafayı takmıştım, roscoe sonradan gelip onun önüne geçse de dönem içerisinde yaşadıklarımı hatırlayınca head home kesinlikle üzerime yakışmıştı. ve zaten albümle aynı adı taşıyan van occupanther (bilmeyenler için söyleyeyim grubun hayal gücündeki bir süperhero) "I must be careful now in my steps" diyerek giriyordu lafa. ve o kadar çok seviyorum ki bu albümü, hangi şarkı en iyisi buna karar vermek için çok düşünsem de bulamıyorum, mesela şu anda we gathered in spring çalıyor, birden evet o diyesim geliyor ama haksızlığı yapamıyorum. hem zaten o değil, bence... eeeh! yeter.

bu kadar seviyor olmamım elbette ki o dönemde yaşadıklarımla alakası var fakat kabul etmem gerekiyor, sözlere de fazla önem veriyorum.

evet, 2010 şubatta çıkardıkları the courage of others albümüyle ilgili söyleyeceklerim de var, kış temalı albüm yapmak istemişler, bunu gayet net görebiliyoruz, ama fazla ağır olmuş sanki, yani ben oturup bütün şarkıları arka arkaya dinleyemedim ki ben hiçbir tepki göstermeden sigur ros dinleyebilen bir insanım, etrafımdakilerin "e be dana hiç mi etkilenmiyorsun" sorularına da alıştım. acts of man, winter dies, bring down ve bütün albümü buraya yazabilirim ama malesef ki arka arkaya dinlenmiyor, araya başka şarkılar serpiştirerek dinlemek çok iyi bir fikir, mesela The Trials of Van Occupanther ile karıştırdığınız zaman şükela, fakat bir albümün bir bütünü oluşturuyor olması gerekir, sanki bir renkten diğer bir renge atlıyormuşsunuz gibi bir bütünlüğün içinde dinlemeniz gerekir, bu malesef the courage of others da yok.

zaten sevdiğim tarz az çok bu buruk ve yorgun müzik ama bu albümdeki tek sorun, tim smith'in asla değişmeyen ses tonu. aynı yükseklikte, aynı notada, ilerledikçe ilerliyor. albümde derin bir nefes alma yeri bring down olmuş gerçi tim smithten çok daha buruk ve yorgun bir ses olan stephanie dosen giriyor olsa da, düet fikri her zaman iyidir.

bu son albüm daha iyi olabilirdi, bir head home davulları, bir young bride kemanları, bir kaç değişik rüzgar iyi olabilirdi.

winter dies.
(onur'a tekrar teşekkürler)

the courage of others albümünü buradan indirebilrisiniz;
http://www.megaupload.com/?d=22F3RSMD

24.3.10

radiohead'sel ve anthony and the johnsons'sal sanrılar ve jonsi'nin varlığı




"what can i do
when the bird's got to die
what can i do
when she's too weak to fly"


ne kadar da garip bir şey olmuş insanların hayatıma gelip gidişleri. ne kadar da çok zaman geçirmişim aslında birilerini özlerken, ne kadar çok vaktimi öldürmüşüm bilgisayarın başında bu gri ekrana bakarak. garip. garip bir iş bu, garip bir oyun gibi.

gidiyorum bu'dan mütevellit ağır ağız dolaşmalarının içinde, "annemi üzdüm böylece bana hep tirenler çarpsındır" ses gürültüsünün eşliğinde susturamadığım tek bir karakterin, tek bir adının baş harfinin ki bizce birden fazla adı, sanı, sıfatı olan kimsenin yokluğuyla hayatımın tümünü bir pazar gününe çevirdim, geç saatte sigaramın bittiği, ertesi gün hava henüz aydınlanmamışken terkedeceğim odamın, evin, özlemini daha uyumadan hissetmeye başladığım bir pazar gününün enva-i çeşit misafir iade-i ziyaretlerine gömmüşüm adımı. "annemin dudağının kıvrımında patlayan ilkokul" gibi bir şey eksilmiş göğsümün tam ortasından bir gong geçmiş. bizim evin orada kimseler var, tanımadığım, umursamadığım devletin defterinde küçük birer isim olan insanlar. kayıp olduklarında adlarının çizildiği insanlar. ben de onlardan biriydim işte. kimseydim bir adet.

evet ben de ne dediğimi bilmemek istiyorum, hakkımı aramamak istiyorum. annemin yaşamama izin vermesi için ağlıyorum. annem benim yaşamamın iznine dayalı olduğuna inanamadığı için ağlıyor ben yemek, içmek istemiyorum. içmek istendiriliyorduğum.

geçen ay, yine bir gün şüphesiz yine pazar gibi. bu ay, yine bir cuma, koşulsuz bir pazar sisi. garip bir hava, yaz gibi. bu ne lan? ne alaka abi ? aralıktayız diyerek normal olmaya çalıştığımda yine değişik olarak anılıyorum çünkü insanlar bu havadan memnunlar. oysa kıç kıllarının soğuktan birbirine yapışıyor olması lazım gelirken ben bakkala gitmeye üşeniyorum. çünkü hava soğuk değil ve biz ocak ayının ilk günündeyiz. ha 2009 ha 2010 onun detayını vermeye gerek yok.

yiten inançlarımın sayısını thom yorke'a verin.
hope there is someone diyerek yæni işte.

benimle oyun oynamayınız. nasıl davranacağınızı bilmiyor iseniz, hedef tahtanız olmak istemiyorum.

leila au pays du carrousel


"dönmesek artık anne, dönüp dolaşıp aynı yere gelmesek artık ?"

korku dolu bir an ve aynı zamanda sonsuz bir çocukluk hazzı, atlı karıncalar.
uykunun en derinini yaşadığımız zamanlar hani, "annemi üzdüm böylece bana hep tirenler çarpsındır" demiş ah muhsin ünlü, birhan keskin ise "annemle küs olduğum için oluyor tüm bunlar" demiş..
oysa anne, ben atlıkarıncada dönerken, elinde montumu tutan, endişeli gözlerle beni izlemeye çalışan, atlı karınca döndükçe etrafında koşturandır. ben ise tutunmuşum sıkı sıkı... annemin yüzü silikleştikçe korkuyorum, sanki diğer turda orada olmayacak, bir yandan da sırtında oturduğum o plastik, var olmayacak kadar beyaz attan inmek istemiyorum.. kafamı arkaya atıyorum, böyle kuzguni renkteki taratmadığım saçlarım garip garip hareket ediyor...

nefes tutma yarışları, hayali arkadaşlarım, atlı karıncalarım, oyuncaklarım, korktuğum palyaçolar, binemediğim garip aletler...

zamanın geçmesi, geçmesi ve geçmesi... garip haberlerin gelmesi "ölüm" denen, zaten yarım olan annenin tek tek bir çok parçasını yitirmesi. yazık kalmış ilişkilerin anılarının garip emsallerle karşımıza çıkıyor olması, garip ağlamalar, kapı çarpmaları..

hayal gücünün gerisindeki leila ve onun mutluluktan uçtuğu atlı karıncası.

midem bulanıyor artık, dönemiyorum bu dünyada, dünya dönsün ben dönemiyorum, midem kaldırmıyor diyen biri.
aynı kız,
aynı eller,
tırnaklar kan,
pırlanta yağmış sokaklar, kışın gri renginin yakıştırdığı kıyafetler, hüznün yakıştığı ekim insanı, kasım insanı o harika aralık insanı, temmuzun sıcağının garip neşesinin burukluğa dönüştüğü o insan.
bu dünyaya sığamamak…
annemin haberi yok ama, ben ona küsüm...

bir mevsim yok anne gibi..

kendime
bir
otomobil
çarpsın
coşkusu..

işte sen gülüyorsun ve beni daha geniş bir salona almış oluyorlar.

bir keresinde


bir keresinde çok mutluyduk. bazı zamanlar da öyle, o zamanlar, şu günler, bu dakikalar.
hani o zaman yaz mıydı, kış mıydı hatırlayamıyorum bile, zamanı bile durdurmayı beceriyorduk. o garip sevginin kurduğu tellerle birbirimiz için neredeyse ölmeye hazır olacaktık, hatta "bu dostluğun bittiği yer, bizim de bittiğimiz yer olacaktır" diye bir kaç sözler vermiştik.

şimdi biz bittik mi?
bilemedim ben.

herkesin yolu ayrıydı elbet, hepinizden daha iyi bildiğim bu konuyu kabullenmemiştim, zira biz farklıydık, biz herkesin parmakla gösterdiği dostlardık, biz hiç olmadığımız kadar bizdik. şimdi sorsalar sizi tanımıyorum bile.

neredesiniz be ya, çok adilik yaptık doğrudur ama ölsem 3 ay sonra haberiniz olacak. dost dediğin yumruğuyla havayı delebilirdi zamanında.

beyinlerinizle popolarınızın yer değiştirmişliğinden sıkılarak bütün nefretimi yine kusacağım gün gelmiştir.

"sen bilmezsin neler gördüğümü benim!" demeyiniz sakın bana çünkü ben sizi ay ışığında bostan korkuluğu gibi dizilmiş korkudan altınıza kaçırmanıza tam beş kala gördüm.

"ne kadar uzak ve zor " diye gıcık gıcık inlemeyin karşımda! sizi beyaz bir nehir kıyısına eklemlerinizden sürükler orada bırakabilirim..

"ne kadar soğuk bilemezsin" demeyin bana, benim ellerim buzdan sarkıt ve köpek ısırıkları da fayda etmiyor.

yani artık bana bir şey demeyiniz, ben sizin gözlerinizin arkasının en dibini görebiliyorum, sizi görmesem de, görebiliyorum.

görüşmeyiz.
neredesiniz lan?

OPUS MANG MU PROVALARI - 1

bu sabaj saat altu buçukta uyandım.
kahvaltımı ettim.
işe gittim.
çalıştım.
öğle tatilinde öğle yemeğimi yedim.
çalıştım.
saat on sekizde günlük çalışma süremi tamamladım.
eve geldim.
kitap okudum.
şiir kurdum.
geldi uykum.
biraz sonra uyuyacağım.
-m'ler yarım kafiye.

diyerek kitaba başlamış ah muhsin ünlü, benim bundan farklı yapmış olduğum sanırım yoğun ısrarlar sonucu bir adet blog açmış olmamdır. bir de içiyor olmam, sahi ah muhsin ünlü içiyor mu acaba demeden konuyu kendime getiriyorum;

isim babalığını sevgili ecem'in yaptığı şu hayırlı işlere vesile olası blogda, yer yer verip veriştireceğim, yer yer saçmalayacağım ve yer yer izlediğim/dinlediğim/okuduğum öldürücü şeyleri buralarda içimden sökeceğim.

haydi rastgele,