27.4.10

have you ever seen the rain

nurse jackie, hemşire kıyafetleriyle, 3 şişe morfini ağzına diktikten sonra çalmaya başlayan şarkıdır, "have you ever seen the rain"

ben 2004 senesinde, r.e.m. cover'ını dinlemiştim ilk olarak. orjinali creedence cleanwater revival'a ait.

iki gündür de kafamın içinde orjinal hali çalıyor. sözlerini daha önce hiç bu kadar benimseyerek dinlememiştim. zaten çocuktum ben, zaten yeni yeni anlıyorum artık sözleri. gibi saçmalamayacağım, insan karşısına çıkan her şey de bir sözü daha anlıyor işte. olay küçüklük veya büyüklükle alakası yok, 23 nisan'da 8 yaşındaki kuzenimin koro da "telli turna" yı söylerken tek başına onun sesini duyabiliyordum, o çocuk diğerlerinden daha çok anlayarak söylüyordu çünkü. büyüdük ve kirlendi dünya diyordu. henüz 8 yaşında olduğunu belirtmiştim evet.

benim bir adet vespam olsun, bir şehirde yaşamıyor olayım, avrupa da bir orta çağ kenti güzel olabilir, mesela tübingen çok güzeldi, veya bruges olabilir. fazla yokuş olmasın. galler, iskoçya bütün bu ülkeler olabilir. en güzeli irlanda veya ingiltere tabii ki de.
evet hepsi yağmur ülkesi, sürekli yağmur yağan ülkeler çünkü ben artık güneşi görmek istemiyorum, zira güneş yağmuru getiriyor. ben yağmurla mutluyum, hiçbir şeyi getirmiyor, hiçbir şeyi de götürmüyor. beni yormuyor hiç olmazsa.

vespam olsun, kızıl saçlı bir erkek çocuğum olsun, oturalım beraber deli gibi gezelim, trafik olmasın, korna sesi olmasın, tacizciler olmasın, pis insanlar olmasın, sapkınlıklar duymayalım, paranın hiçbir önemi olmasın, önemli olan tek şey "çim" olsun, yeşillik olsun en önemlisi, yemekler hep taze olsun, fırınlar güzel koksun, sıcak olsun şöminenin önü, herkesin bir ağacı olsun kocaman, herkes dilediği kadar kitap okusun onun altında. benim bir adet kütüphanem olsun,ailem olsun, gülümsemek kolay olsun, ağrılar gitsin, ağrılar hemen bitsin, hastalandığın zaman kendini insan hissedebileceğin bir yer olsun, köpeklerim olsun iki tane, asla "beni bırakma" dememi gerektirmeyecek biri olsun yanımda. müzikler olsun hep, her yerden notalar çıksın, piyanom olsun, grubum olsun, her akşam birinin evinde müzik yapalım, çocuklar oynasınlar, çocuklar bilmesinler, gülsünler işte.

oysa kafamı kaldırdığımda, oto sanayi, plazalar, topuklu ayakkabılar, suratsız insanlar, trafik, kaza, ölüm, hastalık, cinayet, tecavüz, hırsızlık, üzerinden kazanılan paralar vs. vs.

iyice ergenleştim, hepsi ağrılar yüzünden.



I want to now,
have you ever seen the rain
coming down on a sunny day.

20.4.10

sophi's choice


"nehmen sie das mädchen!!!!" haykırışıdır.

izlediğim en acı filmlerden biriydi.

15.4.10

günaydın münafık


görünen o ki;
yollar aynı damarlar gibi yayılmış
doğa betona bulanmış.
rolümüzü oynadık
öyleyse şarkı söyleyelim..

modernizme karşı ağzımın tadını kaybettim
bana göre değiller
sıradanlık istiyorum
zamanın özgür olduğu sessiz bir yer istiyorum

kafamdan düşen düşüncelerimi toplamak için
yatağımdan sürünerek yere düştüm.
ve sen, benim önce halıya, sonra yere ve ötesine batışımı izledin
ve sen, gözünü bile kırpmadın.

camda, başparmağımla güneşi işaretledim
yere battım
ve sonra sanki rüzgara gözünü diken ve gözlerini kırpan çocuklar gibi
yıldızlar göz kırptı.
sonra ben camdan tırmandım ve adımı yitirene kadar yürüdüm.

şimdi kurbanı oynayabilirim, sorun yok, daha önce televizyonda görmüştüm.
bildiğim bir şey varsa, hiçbir zaman yeteri kadar bilmediğimdir.

kafalarımız, ellerimiz, beyinlerimiz, ciğerlerimiz
hepsi sadece makineler
bu kalpler sahip olduğumuz tek şey, geriye kalan tek şey
ve artık onlar da atmıyor.

az yaşa, çok konuş
bu işler böyle yürüyor
onların iyi ütülenmiş kıyafetlerinin altında gizlenmiş küçük bıçaklardan korkuyorum
kolları bize ulaşıyor, neon parlaklığında yayılıyor ulaşmaları
ağızları oynuyor ama sesleri telefon gibi
yaşlı penceremde trafik inliyor, trafik uğulduyor.
sokak ışıkları yanıp sönüyorlar, muallakta kalmış kar gibi, dönüp duruyorlar kafamda
eskiden ayın geri çekilişini izleyip, nereye gittiğini merak ederdim.
şimdi sadece kafamın neden hayaletler tarafından ele geçirildiğini merak ediyorum.
.
.
.

ben cooper
büyük adamsın.
(şarkının orjinal adı; good morning hypocrite)


rüzgarın yırtık yeri

saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı,
sen kimin yetimisin,
kimi bekliyorsun durduğun yerde?
sağır bir günün sonunda dilsiz bir gece
sarıp sarmalıyor seni,
gökyüzü gıcırtıyla kapanıyor üstüne.
bak ömrün yarılandı,
karanlığı kullanmayı öğrenmelisin.
yazısı akmış ıslak bir sayfa elinde,
yara bere içinde morarıyor şiirlerin.

artık tutunacak kimsen kalmadı,
nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı.
bütün ölümleri gör,
birini evlat edin kendine.
oysa sen, boş bir kabın taş darası.
yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı.
tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun.
zehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun
gemilere bin, trenlere atla.
kimsenin umursamadığı, hiçbir işe yaramayan
kaldır şu gereksiz tanıklığı ortadan.

ne kadar tıkasan kulaklarını,
duymamaya çalışsan
göğsünde bir titreşimdir konuşmaları.
görmesen seslerden anlıyorsun.
kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı.
çakılısın buzdan çivilerle
boynu bükük bir haçın üstünde.
yerde buluyorsun kendini her sabah,
yeniden gerilmek üzere,
saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
daha ne bekliyorsun durduğun yerde?

katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği,
bilicinin ürpererek söylediği
sevgi gereksinimlerini gördün kimilerinin,
tırnaklarını denemek için
yılanın deri değiştirmesini,
gülüşün kurdunu, sineğini gözün;
yüreğinde bir ağaç gürültüyle devrilirken,
aksayarak yürüyen umudun arkasından
gülün kanayan hüznünü gördün.

işte tanıksın ölümün pazarlık ettiğine
toptan ve perakende,
pantolon ütüsünün keskinliğine,
bozulup bütünlenmesine paranın,
mevsimsiz bir çocuğun kekre yüzüne,
yabancı işçiliğine martının
deniz olmayan bir uzak ülkede,
daha binlerce, binlerce şeye.
yaz bunları ve imzala sana yetecekse.

bana delik deşik bir yürekle
pası küflü, çürümeyi söyle.
yangın yerlerinin katran gözyaşlarını,
bana göçüğün kırık kemiklerini,
sancısını suyun, rüzgarın yırtık yerini
ve bunlardan payına düşeni söyle.
ne kadarı kaldı babandan,
sen ne ekledin üstüne,
acının sana getirdiği ürem ne?
şair bana mutluluktan söz etme,
beyaz baston kullanan bir dille.

işte tanıksın daha nelere?
testi gömüyorlar göğsüne eskisin diye,
keçe gibi kimi zaman, parlatmak için
bakır kaplara sürüyorlar seni
şair hiçbir tansık bekleme,
dolaş yıkıntılar, çöplükler içinde,
sen ey gülünç ve deli mesih;
ölmeyi bilmediğine göre,
saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
pelteleşmiş yapışkan haçını
ıslık çalarak sokaklarda sürükle.

metin altıok

you've done it again


"benim bugün bir adet "god help the girl" tshirtüm olacak!"
radical face, midlake, fleet foxes ve daha niceleriyle tanışmama sebep olan, sürekli beni itekleyerek mutlu eden (ki yanılıyorsun, bu dünyada en ama en ufak şeylerle mutlu olan kişi herhalde benimdir) güçlü olduğumu söyleyen ama benim o gücü istemediğimi bilmeyen üstün sosyal, cultural kişilik. (yine sevmediğimiz insanlar oluyoruz!) shuttle'a bin de gel sen, gidersen gel. sadkjad. se ya.


.
.
.



"soon it will be fire"
fırat'ın habersiz olarak bana kazandırdığı 9:22'lik bir richard youngs harikası şu an kulaklarımda çınlıyor, bu isnanların neyi varda bu şekil bir ruh haline bürünmüşler hiçbir fikir üretemiyorum, oha lan bu kadar mı mutsuz olunur ya. "kaygı"ları sanırım artık gözlerine perde gibi inmiş. oysa bir de bana baksalar, ne kaygı var ne keder, biraz kırık şarkı, iki kırmızı göz falan, filan. yoruldum yæ.
.
.
.


"planets"
I was falling down
coming through the clouds
burning in the sky
with the sun in my back
(I'm broken inside)

dün god help the girl söyleyerek uyanışımın ve busker'in bana aldığı thsirtü göstermesinin arasında tam 2 saat vardı. ben ofiste gelip şarkıyı dinleyip, videolarını izleyip bir şekilde keyif almaya çalışırken busker birden bire bana bu süprizi yaptığında sanırım ondan daha çok lost'ta gibi hissettim kendimi.

planets adlı three mile pilot şarkısı için de aynı şeyi rahatlıkla söyleyebilirim, " bulutlar"la ilgili bir yazı yazdıktan sonra, bu şarkı çıktı karşıma. ne bileyim, şaşkınım da, bu şarkı hakikaten insana muhteşem bir kusursuzluğun içinde olduğunu hissettiriyor, sözleri ne kadar buruk olsa da, vokalin iç yakan sesi ne kadar gayet yüksek olsa da 49 kere dinlemişim efendim, last fm öyle diyor (al sana rakamlar!)
.
.
.


"dreams are only real as long as a"
bu cümleyi sizler tamamlayın... bilemedim ben bu şarkı çok fazla bir şarkı. Aesthesys'in demo albümünden. damarlarınızın söküldüğünü ve bir topaç haline getirilip, ateşe atıldığını düşünün. öyle, söze gerek yok.
.
.
.



"korkma ben varım"


le petit prince'den sonra hiçbir kitap bittiğinde bu kadar üzülmemiştim.

"seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde. senden kaçış varsa bile kurtuluş yok şebnem. "


planets ile bitirelim.


cut me down and mess me up
yes, you've done it again.

now standing on the ground
and the world is empty
with no one around
I want to go back home
(I'm broken inside)
back to another time
back to the people
and the sounds
back to the planets
in the sky
(I'm broken inside)

13.4.10

aa, olmaz ki ama böyle

anger is a gift diyordum zamanında ama eğer bu öfke etrafında, seninle ve öfkenle hiçbir alakası olmayan insanları da geriyor ve hatta hiç laf salatası yapamayacağım direk hasta ediyorsa, orada duracaksın kardeşim, senin oturduğun masanın karşısındaki masada "ben" varım ve sanırım ki insanım.

aklın düşünceye varan yollarındaki elektrik telleri kopmuş olan insanlara "düşüncesiz" diyoruz. ben burada kıvranırken ağrıdan, ağrıyan bir yerini gösterip de öfke krizlerine girersen, ben eve nasıl gideceğimi düşünürken, sürekli "aa olmaz ki ama böyle ya yeter!" diye isyanlara girişirsen seni çok fena bir şey bekliyor demektir.

ilk defa belanın geliyorum dediğini görüyorum, beyninin asosyallikle dolu olan kısmı artık senin ciğerlerine inmiş, sürekli ağzın o yüzden kıvrık, sürekli o yüzden nefret dolu bir insansın. bir gün senin "ya ben bu insanı çok seviyorum" dediğini duymak istiyorum, eğer duymadan gidersem gerçekten mezarımı su basar, çığ düşer.

her sabah ben masamda simidimi yerken, "off"layarak girdiğin odadan, yürürken 56 cm. lik topuklarından çıkan seslerden, kollarını germenden, klavyeye her bastığında çıkan sesten, bakışlarından, tepkilerinden, dinlediğin müzikten, kıyafetlerinden nefret ediyorum, beni bir ruh hastası yaptın seni tebrik ediyorum.

bir kaç gün önce bir bulutla sohbete giriştim, bir gün gelip beni alacağını söyledi, o yüzden otobüslerde falan en önde duruyorum, yolun en kenarından yürüyorum, sabah kalkar kalkmaz sigara ve kola içiyorum, aç karnına bol tuzlu limonlar yutuyorum, çok az uyuyorum, sürekli yorulmakla meşgulüm ki bir an önce gelip beni alsın.

bir gün ben bu masada otururken, camdan birden bir bulutla uçup gittiğimi gördüğünüzde, bir daha konuşamayacak hale geleceksiniz, havada boğulacaksınız, suya kafanısı sokucaksınız deriniz dökülecek, nefesinizi tutuacaksınız beyniniz kaynayacak. ben ise ağlarken gülüyor olacağım.

I want to go back home


yahu bir sürü şey yazmıştım da, gerek yokmuş.
şu şarkı özetliyor..





10.4.10

ending credits

"I thought that I heard "
en yakın arkadaşı neil gaiman olan bir kadın tori amos, hayal gücü nasıl körelebilir ki, büyüdükçe genişliyor.. korku yüzünden uyku problemleri yaşayan bir insan tori amos, ama aynı zamanda korku yüzünden uyku problemleri yaşadığı zaman neil gaiman tarafından hikaye okutularak uyutulan bir insan. gerçi gereksiz bilgiler bunlar, fotoğrafta elini öpen kişi michael stipe, bu fotoğrafı dün tesadüfen buldum, bu iki insanı aynı karede görmek beni etkiledi baya. hayatımda yeri çok büyük olan cümlelerin sahipleri aynı karede...
.
.
.
foto: brçnblntp
doğum günün kutlu olsun
yaz-kış, git-gel,

hep aynı
"yazın geliyor oluşundan dolayı tedirginim" dediğim zaman artık suratıma anormal bir yaratıkmışım gibi bakılmasından hoşlanmıyorum.mesela ben mantıyı da sevmem, sevmiyorum lan işte, ne bileyim. bir de bunun sebebini sorgulayan insanlar var, "neden sevmiyorsun yazı ". ne bileyim oturup onu mu düşündüm. sinirlendim birden.
.
.
.
"asleep on a train"
ben yalnızca bir kere trene bindim, onu da hatırlamıyorum.
.
.
.
ben evlenirken, düğünümde bu şarkı çalacak;


görüşürüz.

8.4.10

gökyüzüne bakınca neler oluyor neler

"ben oradaydım"
edip cansever demiş ki; " gökyüzü gibi şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor..", almış çocukluğunu gökyüzüne çıkarmış, ben oradaydım, bu yukarıdaki fotoğraftaydım, fotoğrafı çekmek için fotoğraf makinesine uzandığımda ellerim titriyordu, gördüğüm en uzun kabus olmalıydı ama kabusun içinde gördüklerim kesinlikle gerçek ve gördüğüm en güzel şeylerdi.. bir bir sıraya dizseydim ben yolları sanırım cennete giderdi, ya da cennet orasıydı, buradakinden çok daha zor...
.
.
.
"ekim 09'"
"çimler metrpolün en büyük yalanı!"
susmanın zamanı değilmiş, şimdi isyan vaktiymiş, şimdi değişme zamanıymış, şu an aslında dün olacakmış, bir an önce harekete geçmeliymiş, bir ilaç içermişim geçermiş, yüzmeye gitsemmiş, ne olurmuş, kim demiş, neyi bilmiş, aslında ile başlayan cümlelerden kurtulmalıymışım, artık içmemeliymişim, kendime vakit ayırmalıymışım, aslında ben yaşamamalıymışım. bilemedim ki bu ne oldu. sizler o beton yığınlarında uyurken, sabah sanırım 6'ydı. aylardan ekimdi, gittim sahile, size çimlerin gözüyle baktım, çok çirkinsiniz...
.
.
.
"babamın eli, annemin sigarası, izmit, (istanbuldan ankaraya gidiş)"
yola çıkardık, çıkmadan önce kilolarca abur cubur alırdık, hepsinden birer gıdım yer gerisini yemezdik, ankarada'yken istanbul'a gidiyorsak o yiyecekler rutubetten bozulurdu arabada, şimdi istanbul'dan ankara'ya gidiyoruz, abur cuburlar bozulmuyor, ama eskisi kadar yiyecek alacak o garip çocukluk hevesi yok, babamın külleri hep direksiyona düşerdi, annem kızardı, ablam kokudan rahatsız olurdu, şimdi o hepimizden çok içiyor.. şimdi ben de içiyorum, eskiden camdan dışarıya bakmayı severken, şimdi uyumayı seviyorum, kulağımda müzik yoksa o yolculuğa çıkmak istemiyorum, oysa eskiden sohbet ederken abur cubur yerdik.. şimdi yine e bow the letter olsa diyorum, yola gitsem, araba, tren, otobüs hiçbir farkı yok, sadece geçtiğim yola bakmak istiyorum...
.
.
.
(yine bir sabahın kör saati)
"kuşlar ölmeye başlayınca ne yapabilirim ?"
çimlerle görüştüğüm sabah, bir de kuşların gözünden baktım betonarmelere, onlar yalan değiller ama, sadece, sürekli ölmekle meşguller... kuşlar ölüyorlar ve onları zehra topluyor. ölürlerse yere düşerler ve zehra onları toplar, (yine ah muhsin ünlü girdi kafamın içine, çıkmalı sanki) demek istediğim aslında hiçbir şey demek istemiyor oluşum ama şunu da unutmamak istiyorum, gökyüzüne bakınca ben ağlamaklı oluyorum. yemin ederim, bu sabah oldu, hem de iğrençti gökyüzü, insanların pis ruhları kaplamıştı, zar zor görebildim aradan. biliyordum bugünün geleceğini ama, bu kadar kötü biteceğini değil.
"içimde kötü bir his var" dedikçe, yüzsüzlüğüme yüzsüzlük kattım, keşke söyleseydim gerçeği ve kovulmadan o ayrılsaydı. evet, o pis ruhlardan biri de benimdi, hem de gökyüzünü görebilmek için en çok mücadele ettiğim..
.
.
.
(almanya
2007
aralık)
"belki de"
belki de bir gün sana "I wanted you to step into my world" diyebilecektim.
güçsüzlüğünüzle boğuluverin.
bilgeliğinizin içine çömelip orada kalın.

görüşürüz.

7.4.10

ayakta durabilmek;

ilaçlarla olur.

fuckin' back pain.

6.4.10

I want to come home


Paul McCartney kulağımda I want to come home şarkısı söylüyor, ben evden 6 ay kadar uzak kalmış olsam da, şu anda özlediğim kadar özlemiyorum evimi. şu an, şimdi evimde olmak için her şeyimi verirdim.
.
.
.
north by north. faded paper figures, beynimin uyuşmasını istiyorum, bildiklerimi unutmak istiyorum, sakinleşmek istiyorum, bütün gerginliğimden kurtulmak istiyorum, kafamın içindekileri birinin çekip çıkarmasını istiyorum. londraya gitmek istiyorum, london eye'ın tepesinde bağırmak istiyorum, jens lekman ile bir black cap çevirip yola bakmak istiyorum, ya da sadece eve gitmek istiyorum. gidebilirim sanırım..
.
.
.
insanların seslerinden bile rahatsız oluyorum, hayır hayır, konuşmalarından değil, yürüme seslerinden bile, zamanı durdurmak ve hepsinin suratına neye benzediklerini, beni nasıl üzdüklerini, onlardan nasıl nefret ettiğimi ve her birini ne şekilde öldüreceğimi anlatmak istiyorum, ya da sadece eve gitmek istiyorum... gideyim ?
.
.
.
"birisi bana gözlerinde okyanuslar olduğunu söylemişti" dedi... bunu duyduğumda hissettiğim boşluk ve hoşluk, şişelerce şarap içtiğim o geceye tekabül ediyor. şu an oradayım, o güne dönmek isterdim, ya da eve gideyim sadece...
.
.
.
bu şehirde herkes mutsuz, herkes işinden şikayet ediyor, herkes çalışanından bıkmış, herkes patronundan nefret ediyor, herkesin parası yok, herkesin parası var. insanlar büyük olmalarına rağmen nasıl davranacaklarını bilmiyorlar, yoksa ben mi bilmiyorum, bilemiyorum, bulamıyorum, eksik bir şey var fakat hakikaten bulamıyorum, selin gong dinlediğinde bulmuştu bir şeyleri, ben de bulsam, yok ben sadece eve gitmek istiyorum...
.
.
.
akşam eve ne kadar mutsuz gireceğimi, beni görünce annemin ne kadar mutsuz olacağını, sonra babamın da ne kadar mutsuz olacağını düşündükçe mutsuz oluyorum, ama eve girerken yine de gülümsemeye falan çalışıyorum ki, anlamasın bir şey, gerçi o benim şu an iş yerinde, e bow the letter dinleyerek, bir yandan ağlayarak ama ağladığını belli etmemeye çalışırken aptal bir hale bürünerek bu salakça yazıyı yazdığımı bilmiyor. bilmesin ama ben eve gitsem ? lütfen...
.
.
.
ben yol kenarlarında fazlaca yürümeye başladım, dolmuş, metrobüs, taksi her türlü psikopat şöförün kullandığı araçların en tehlikeli noktalarında ben varım, bunu neden yaptığımı margot tenenbaum'a sorarsınız vakti gelince. "sadece eve gitmeye çalışıyordu" diyecek size..
.
.
.
gidiyorum bu adlı kitabın, "bütün eve dönmek isteyenlere" diye başlıyor oluşunu anlıyorum, annesine olan özlemini anlıyorum, öfkesini anlıyorum, istendiriliyor oluşunu anlıyorum, ben ah muhsin ünlü'yü artık daha iyi anlıyorum ve bu beni daha çok üzüyor.
.
.
.
belimi doğrultamayacak kadar sırtım ağrırken, bu ağrı boynuma vurmuşken, burada yapmam gereken bir çok iş varken ben bu yazıyla eve gitme isteğimi bastıracağımı düşünürken, yazdıkça evin yolu canlandı gözlerimin önünde. kim yarının bu kadar garip olacağını düşünebilirdi ki ?
.
.
.
ben odamda, yatağımda yatacağım bir süre ve uykunun gelip her şeyi düzeltmesini bekleyeceğim... uyku her zaman ilaçtı. hep ilaç olacak.
.
.
.
izlediğim filmleri, dinlediğim şarkıları, gittiğim yerleri, sevdiğim insanları topladım ve elimde kalan "tahammülsüzlük" oldu, şimdi gelip biri kendime bir otomobil çarpsın coşkusunu dinleyebilir mi benden ?
.
.
.
ben eve gidiyorum, burada oturan kimse kim. tanımıyorum.
.
.
giderken yine e bow the letter dinleyip, yola bakacağım.

-“Peki bunları niçin satıyorsunuz?”
+“Çünkü bu, insanlara çok vakit kazandırıyor. Uzmanlar bunun araştırmasını yaptılar. +Haftada tam elli üç dakika kazanıyorsun.”
-“Peki bu elli üç dakikada ne yapıyorlar?”

+“Canları ne isterse.”

-“Eğer elli üç dakikam olsaydı,” dedi küçük prens, “bir su pınarına doğru ağır ağır yürürdüm.”

5.4.10

güne radiohead ile başlamak.

down is the new up,
.
.
.
it's too much
too bright
too powerful..
.
.
.
because we separate like
ripples on a blank shore
.
.
.
I'm up in the clouds,
and I can't, and I can't
come down
I can watch but not take part
where I end and where you start
where you, ,
you left me alone
you left me alone
.
.
.
I'm gonna go to sleep and let this wash all over me..
.
.
I walk through walls,
I float down the liffey,
I'm not here this is not happening.
.
.
.
If you try the best you can, the best you can is good enough!
.
.
.
Wake from your sleep the drying of your tears
today we escape..
.
.
.
you know! you know where you are with
floor collapsing! floating! bouncing back!
and one day..
I am gonna grow wings!
.
.
.
This is what you get, when you mess with us!
.
.
.
A heart that's full up like a landfill
a job that slowly kills you
bruises that won't heal
.
.
.
I'm on a roll
I'm on a roll
this time
I feel my luck could have change.
.
.
.
I am all the days, that you choose to ignore.....
.
.
.
just cause you feel it,
it does not mean it's there.

why so green and lonely ?

we are accidents waiting to happen!
.
.
.
I don’t know why you bother
nothing's ever good enough for you.
I was there and it wasn't like that.
you’ve come here just to start a fight.
.
.
.

evet ben bunu yaptım
listem budur,
bunu hala yapıyorum.
öldüğüm zaman da bu şarkılar çalmaya devam etsin.

bu gün, bu zaman, şu an..

meryl streep, it's complicated adlı filmde çocuklarına şunu söylüyor;

"I love when we are all in the same time zone!"

zaman işte,

ben aslında bugün ben cooper ile ilgili bir yazı yazacaktım, ben aslında dün ud kursuna başlayacaktım, ben aslında yüzmeye gidecektim, ben geçen ay fizik tedaviye başlayacaktım, ben aslında sana seni sevdiğimi söyleyecektim, ben aslında geçen gün aklımdan geçen bir planımı gerçekleştirerek süpriz diyecektim herkese, ben aslında kötü durumda olan bir arkadaşımı arayacaktım, ben geçen sene okula falan gidecektim, ben aslında müzik dinlemeye ara verecektim. ben aslında tatile gidecektim, ben aslında yazılar yazacaktım, ben aslında insnalara tahammül edebilecektim, ben aslında şu an uyuyor olmalıydım. ben aslında..

sıkıldım allah kahretsin,
ben aslında sıkılmamalıydım.

santorini
ekim 2009
teleferik
(bu fotoğraf bana güven veriyor)

4.4.10

seviyorum.
.
.
.

2.4.10

ben bu adamı sevi/.... neyse.


48. toza dumana

"Toza dumana gidelim yine, şenliğin kalbine. Çünkü ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. İnsanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum, onların sana bakamayacağı bir yere git demişti. Kıyametin ortasına git. O kadar yaşlıydı ki, öldükten bir hafta sonra sanki on sene önce ölmüş gibi düşünmeye başlamıştı herkes. Ölenlerin ölü taklidi yaptığını düşünüyordum ben o zaman. Yaşayanların yaşıyor taklidi yaptığını hissediyorum şimdi. Toplum değil toplu mezar. On bir yıldır sabah yatıp öğlen kalkıyorum. Hava kararana kadar geçmiyor dalgınlığım. Belki de uykuda kaybettiğim bir şeyleri arıyorum. Kimi görsem rüyalardan bahsediyorum. Oysaki hatıralardan konuşmak lazım. Rüyalardan daha karanlık hatıralar var. Daha çok fikir verir biri hakkında. Şekeri bitmiş sakızı, toz şekere batırıp çiğnemeye devam etmen gibi senin. Ben de tüpte satılan çokokremi diş macunu tüpüyle değiştirmiştim bir sabah. Gülmüşlerdi sadece. Oysa bir çocuk numara çekiyorsa gerçekten yemek lazım, yemiş gibi yapmak değil. Yirmi sene sonra Beşiktaş’ta bıraktığımız o ev. Bırakabildiğimiz tek ev. Beş kat seksen iki basamak. Balkon demirlerinden uzak duruyorduk geceleri. Hep daha yukarı bakmak zorunda olan iki vertigozede. Kar taneleri birbirine benzemez. Sözcükler de benzemez. Ama bir cümle bir başka cümleyi hatırlatır her zaman. Koşan atlar düşen atları. Yağmur yağar, durur, tekrar başlar. Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir oğlum. Spermden mezara kadar. Karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. Yalan mı söylüyorum yine, olsun. Sen biliyorsun nasılsa. Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı."

Emrah Serbes
28 Mart

e bow the letter

dinlerken yola, asfalta bakılması gereken şarkıdır e bow the letter, bunu başlarda kimseye söyleyemesem de, bir gün arzu'yla taksim-bostancı arasını gelirken söyledim, arzu bunu denedi ve hiç de benim deli olduğumu falan düşünmedi, zaten arzu, bana hakikaten normalmişim gibi davranan tek insan.

ama arzu bunun için değil, arzu olduğu için değerli ve bugün onun doğum günü,

seni patti smith'in sözünü verdiği yerlere götüremem, thom yorke'un "away" diye bağırırken kollarıyla attığı bütün yükünü ben senden o şekilde, bir çırpıda alamam..

ama ben seni çok severim, hep.
iyi ki doğmuşsun.
iyi ki varsın...


I'll take you over there..
away.

1.4.10

şamar

şamaroğlanlığı yaparak para kazanıyorum,
pek zevkli olduğunu söyleyemem,
parası iyi.