6.4.10

I want to come home


Paul McCartney kulağımda I want to come home şarkısı söylüyor, ben evden 6 ay kadar uzak kalmış olsam da, şu anda özlediğim kadar özlemiyorum evimi. şu an, şimdi evimde olmak için her şeyimi verirdim.
.
.
.
north by north. faded paper figures, beynimin uyuşmasını istiyorum, bildiklerimi unutmak istiyorum, sakinleşmek istiyorum, bütün gerginliğimden kurtulmak istiyorum, kafamın içindekileri birinin çekip çıkarmasını istiyorum. londraya gitmek istiyorum, london eye'ın tepesinde bağırmak istiyorum, jens lekman ile bir black cap çevirip yola bakmak istiyorum, ya da sadece eve gitmek istiyorum. gidebilirim sanırım..
.
.
.
insanların seslerinden bile rahatsız oluyorum, hayır hayır, konuşmalarından değil, yürüme seslerinden bile, zamanı durdurmak ve hepsinin suratına neye benzediklerini, beni nasıl üzdüklerini, onlardan nasıl nefret ettiğimi ve her birini ne şekilde öldüreceğimi anlatmak istiyorum, ya da sadece eve gitmek istiyorum... gideyim ?
.
.
.
"birisi bana gözlerinde okyanuslar olduğunu söylemişti" dedi... bunu duyduğumda hissettiğim boşluk ve hoşluk, şişelerce şarap içtiğim o geceye tekabül ediyor. şu an oradayım, o güne dönmek isterdim, ya da eve gideyim sadece...
.
.
.
bu şehirde herkes mutsuz, herkes işinden şikayet ediyor, herkes çalışanından bıkmış, herkes patronundan nefret ediyor, herkesin parası yok, herkesin parası var. insanlar büyük olmalarına rağmen nasıl davranacaklarını bilmiyorlar, yoksa ben mi bilmiyorum, bilemiyorum, bulamıyorum, eksik bir şey var fakat hakikaten bulamıyorum, selin gong dinlediğinde bulmuştu bir şeyleri, ben de bulsam, yok ben sadece eve gitmek istiyorum...
.
.
.
akşam eve ne kadar mutsuz gireceğimi, beni görünce annemin ne kadar mutsuz olacağını, sonra babamın da ne kadar mutsuz olacağını düşündükçe mutsuz oluyorum, ama eve girerken yine de gülümsemeye falan çalışıyorum ki, anlamasın bir şey, gerçi o benim şu an iş yerinde, e bow the letter dinleyerek, bir yandan ağlayarak ama ağladığını belli etmemeye çalışırken aptal bir hale bürünerek bu salakça yazıyı yazdığımı bilmiyor. bilmesin ama ben eve gitsem ? lütfen...
.
.
.
ben yol kenarlarında fazlaca yürümeye başladım, dolmuş, metrobüs, taksi her türlü psikopat şöförün kullandığı araçların en tehlikeli noktalarında ben varım, bunu neden yaptığımı margot tenenbaum'a sorarsınız vakti gelince. "sadece eve gitmeye çalışıyordu" diyecek size..
.
.
.
gidiyorum bu adlı kitabın, "bütün eve dönmek isteyenlere" diye başlıyor oluşunu anlıyorum, annesine olan özlemini anlıyorum, öfkesini anlıyorum, istendiriliyor oluşunu anlıyorum, ben ah muhsin ünlü'yü artık daha iyi anlıyorum ve bu beni daha çok üzüyor.
.
.
.
belimi doğrultamayacak kadar sırtım ağrırken, bu ağrı boynuma vurmuşken, burada yapmam gereken bir çok iş varken ben bu yazıyla eve gitme isteğimi bastıracağımı düşünürken, yazdıkça evin yolu canlandı gözlerimin önünde. kim yarının bu kadar garip olacağını düşünebilirdi ki ?
.
.
.
ben odamda, yatağımda yatacağım bir süre ve uykunun gelip her şeyi düzeltmesini bekleyeceğim... uyku her zaman ilaçtı. hep ilaç olacak.
.
.
.
izlediğim filmleri, dinlediğim şarkıları, gittiğim yerleri, sevdiğim insanları topladım ve elimde kalan "tahammülsüzlük" oldu, şimdi gelip biri kendime bir otomobil çarpsın coşkusunu dinleyebilir mi benden ?
.
.
.
ben eve gidiyorum, burada oturan kimse kim. tanımıyorum.
.
.
giderken yine e bow the letter dinleyip, yola bakacağım.

-“Peki bunları niçin satıyorsunuz?”
+“Çünkü bu, insanlara çok vakit kazandırıyor. Uzmanlar bunun araştırmasını yaptılar. +Haftada tam elli üç dakika kazanıyorsun.”
-“Peki bu elli üç dakikada ne yapıyorlar?”

+“Canları ne isterse.”

-“Eğer elli üç dakikam olsaydı,” dedi küçük prens, “bir su pınarına doğru ağır ağır yürürdüm.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder