25.8.10

yahu denedim..

starry night tablosuna kayıyor gözlerim, mangal yaktığımız gece gibi, daha sakindik biz, biz hep daha sakin oluyoruz, her seferinde birinin bir yeri kırılıyor, kırıklar çoğaldıkça susuyoruz, öğreniyoruz, susmak en iyi cevaptır bazen..

bazen ben çok fazla isteksizleşiyorum, bazen ben çok küfür ediyorum, nedenini bulamıyorum ama.
kendini avutma sistemi adlı ahtapotun kolları artık beni çok fazla sıkmaya başladı, yazılardaki harfler adlı yılan boğazımı düğümledi, nota adlı aslanlar pençeleriyle peşime düştü.. aynı kaynaktan gelen sular adlı anılar belgeselinin artık bir başka sahnesini görmek istemiyorum, zira paçalarım hep ıslak, ondan severim yağmuru, o zaman her yerim ıslanıyor.

bu bir aşk hikayesi değil, bir oğlanla bir kızın tanışması, kız aşık olur, oğlan aşık olmaz, 500 days of summer, 500 yerimden bıçakladı beni, morrissey gözlerime batıyor, uyanmalarım ağrılı, e bow the letter söyleyen thom yorke'un kolları çarpıyor bana.

carla bruni önyargısı gibi, ya da ağzı yüzü patlamış insanların tablolarını yapan ressam gibi, şiddetin bu kadar karşıma çıkmasına katlanamıyorum, hayvanlara, insanlara, çocuklara yapılanları gördükçe çıldırıyorum, görmezden gelemem bunları ben, "ignorance is boring" çünkü patronluk yapmak sıkıcıdır, hayatımın patronu olmak istemiyorum.. dünyada en iyi görmezden gelenler de patronlarmış, insan her gün bir şey öğreniyor, öğrenmez olasıcalar.

le spleen de paris, le spleen de nazli, bugün fransızca, yarın fransızca, sonraki hafta yunanca, sonra ispanyolca, herkes bana her dilde bir şeyler anlatıyor, o kadar çok hikayeyle dolmak bana artık utançtan başka bir şey vermiyor.. Quequ'un M'a Dit diyor carla bruni, ben kulaklıkları sana veriyorum, yeter artık sen dinle diyorum, sana müzik dinlemeyi öğretiyorum, belki tam gözünün kenarını öpüyorum. sonra orada film bitiyor.. ben üstüme sorumluluk alabilecek durumda olup olmadığını tartmak istemiyorum, kulağında Quequ'un M'a Dit diyor carla bruni, ben ağlıyorum. sen hiç rüzgarın gölgesini görmüş müydün ?

herkes gider, şans ellerine geçtiği zaman, sırada ben varım. ama şans yok, kuyruk oluştu zürafa boynu gibi, ben hala bekliyorum..

ben suya çarptım, garip balıklar ve solucanlar tarafından yendim, ben dibe çöktüm ve kaçtım.

derler ki hep,

kalbine girmek istemiyorum, etrafında dolanmaktan mutluyum.
sanırım ben de öyleyim.
sen ol da, nasıl olursan ol..
yine aynı kaynaktan su geliyor.
aynı film
aynı nakarat.

11.8.10

şöhrete çarpılmış bir ofisin hikayeleri...


Serpil Çakmaklı
"pes etmiyorum" filminden...
bize bir şeyler olmaya başlamıştı, ama neydi bu garip hava, yemiyor içmiyor adeta mutasyonel bir tepkimeye giriyorduk, herkes aynı saatte belli lafları söylüyordu, kiminin surat ifadesi stabildi, kiminin kıyafetleri, bazısı odasını bile karıştırır olmuştu, önce bende başladı tepkimeler, klavye kelimesi duyunca ağlamaya başlıyordum, saçlarımı gidip inanılmaz iğrenç şekillerde kestiriyor, duşa girip ofise gelme gafletinde bulunuyordum, emine garip kıyafetlere bürünüp kendisinin iskandinav genine sahip olduğunu öne sürüyor, sibel gün geçtikçe beyazlaşıyordu, bu tepkimeler artık sınırı aşmıştı üstekli bu bir tek bizimle kalmıyordu, neydi bunun sebebi... uzak yollar, parasızlık, yaşam şartları falan sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü biz çok kurumsal bir şirketin çok kurumsal elemanlarıyız, biz asla zorluk çekmeyiz, üstelik ben bostancı maslak arasını 2 saatte gidip geliyorum hergün, günde 4 saati yolda geçen bir insan neden ağlardı durup dururken, neden mutsuz olurdu, bir ilaç mı enjekte edilmişti yoksa vücuduma hiçbir fikrim yok.

bir gün hava yaklaşık 95 derece sıcaklıktayken metrobüste uğradığım ağır tacizler sonucu ofise gelip aynaya baktığımda yansıma ben değildim, bir başkasıydı ama yabancı biri değildi, çok tanıdıktı, çok fazla tanıdık... olsa olsa serpil çakmaklı olurdu, kahküllerim bir arapatı gibi havaya kalmış orada bir asma kat oluşturmuştu, terden olamazdı bu, terden olması imkansız, olsa olsa mutasyona sebep olan şeydi bu işte. serpil çakmaklı gibi yerime oturdum.

sibel ve emine o sabah ofise geldiklerinde suskunlardı, sibelin bana anımsattığı karakter çok ilginç gelebilir size belki ama casper'dı, bir hayalet gibi durgun ve solgundu, hayat mücadelesi veren bir insan sonuçta neden hayalete dönsün ki, bu güzel şartlar altında kim çalışıyor ki ondan başka, saat 12-2 arası yemek yiyebilir istediği yerden, hem direk para vererek, sodexo derdi yok, ticket derdi yok... aklıma haftalardır evlerinde savaş verdikleri güveler geldi, evet sibel yorgun düşmüş ve güvelerin ruhları onu ele geçirmişti, sibel artık casperdı. herkese nasip olmaz bu işler...

casper,
amcalarından kaçarken.

emine güvelere sıktığı ilaç yüzünden tepkimeye uğramıştı, görünce gözlerime inanamadım, eminenin gözleri artık maviydi, ilaç solumaktan göz rengi mavi olmuş ve inanılmaz bir şekilde hülya avşara benzemişti... yere oturup emekler biçimde, "ah be güzelim aah, ben seni üzerim ahh" diye şarkı söylüyor, bir yandan ricky martin nerede poposunu elleyeceğim diyor ve aynı zamanda da küçük ibo gelsin kucağıma otursun diye bağırıp koşuyordu.
Hülya Avşar
henüz çocukken.

gözleri güzeldi ama hepimiz korkmuştuk..

daha sonra içeri gökhan ve beyza girdi...
.
.
.

arkası yarın..

3.8.10

while the pictures are coming alive.

gunes.. yildiz

"yol uzun, güzergâh zorlu; ne demeliyim? zarif kardeşim benim, seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim."

fakat ben bu kitabı okudukça fırlattım, okudukça fırlattım, fırlattıkça kalktım, düştüğü yerden aldım, okumaya devam ettim.. okudukça bir şey ifade etmediğini gördüm, gördükçe şaşırdım, üzüldükçe düştüm, düştüm.

sularına yuvarlandığımın dünyası, bir kahve içecektim oturup, biraz müsade etsen, mesela ben işe yarım saat geç gideyim, kahve içiyordum diyeyim, ayy güneşini gırtlakladığımın dünyası, bir kasımdan diğer kasıma yüreğimi kavuruyorsun, gördüklerimden utanmaktan sıkıldım, ey allahınız, nerede şimdi ? burada mı kendisi. ey ayına tükürdüğümün, toprağını kızarttığımın, asfaltına kustuğumun dünyası,

seni sevmiyorum.

bu "zaman" şeysi, "böylegidisleroluyoralısmaklazım"ın en baş taşlarından birisi aslında. zamana kafa yormaya vaktim olmuştu bir keresinde, ama kafam o kadar yorulmuştu ki, 4 gün boyunca uyumuştum, sonra uyanınca sormamıştım saati, zamanı, kaç gün geçtiğini. geçip gidiyor oluşu artık hiç umrumda değil, bundan dolayı endişe mi duymalıyım nedir. çünkü herkes şansını bulduğunda gider, gidecek, herkesin eline bir şans geçiyor. kimseye zaten beni bırakmayın falan dediğim yok ama, içimdeki kemirgenin yalnızlık korkusu olmadığını da anlamış olduk böylece. ey ağzını yüzünü kırdığımın dünyası, "benden aldıklarını nerene sokacaksın şimdi?" ben her şeyin dününde yaşayan, anı olacak bir şey artık biriktiremeyecek durumda olan, beyni çürümüş olan, ulan ne beyni ellerim bile çürüdü lan artık. "soon it will be fire" dedi richard youngs tam bu cümleyi bitirince.

"balkonlarınız çok yüksek sizin,baş döndürüyor
dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor..."

gerçekten neyden zevk alabildiğinizi merak ediyorum, aslında size lanet olsun çok özeniyorum, çok özgür görünüyorsunuz buradan, ağladığınız şeyler bile özgür, hem bak, ben istediğim şeye bile ağlayamıyorum, o konuda bile özgür değilim, ben o kedisiyle tek başına yaşayan asabi kızlardan olamayacağım hiçbir zaman, hiçbir zaman aynanın karşısında bir başkası için 10 dakikamı harcayamayacağım, ben seni öperken fotoğraf çektirmeyeceğim, ben utanırım, ben müziğimi dinleyeceğim, ben istersen sana bütün bu insanların hikayelerini anlatacağım, hepsiyle yolculuk yapacaksın, camlarda suratlarını göreceksin, güçleri tükenip kendini vuran insanların sesleri güç verecek sana, dünyanın ne kadar iğrenç bir yer olduğunu sana uzun uzun anlatacağım, sana fotoğraflar göstereceğim, senin elinden tutup, güneşin ayı öldürüşünü izleteceğim, sen "güneş doğuyor" dediğinde hayır, bu bir cinayet diyeceğim ve her şeyin birbirini öldürdüğünü anlayacaksın, her duygunun, her hasretin, her özlemin her şeyin zaman içinde sırayla birbirini öldürdüklerini anlayacaksın, bana "zarif kardeşim" diyen o insanı anlatacağım sana, onu göstereceğim,onu izleyeceğiz seninle, sonra yürüyeceğiz sadece, uzun uzun.. susacağım ben artık, neden sustuğumu merak edeceksin, daha çok susacağım, ondan ötesini sana anlatmamın imkanı yok çünkü, kendi içimi kendime bile anlatamıyorum ki ben, ben sana bak diyeceğim, duyuyor musun, duyamayacaksın, çünkü sadece bana geliyor olacaklar.. arabaya bineceğiz, camı sonuna kadar açıp kolumu koyacağım, kolumun üzerine de kafamı, tepemde birikmiş o kuru ve yapış yapış düşünceleri rüzgara teslim edeceğim, araba gittikçe hepsi kafamdan uçacaklar.. ben sana bir annenin evladı için neler yapabildiğini göstereceğim ve bir evladın annesi için neler yapabileceğini, ben sana kardeşlik nedir onu anlatacağım.. sonra o araba gidecek, ben sana aşkı anlatacağım, elliott smith'in aşkını, thom yorke'un aşkını, tori amos'un aşkını anlatacağım, storm wolverine ve jean isimli kahramanların hissettiklerini hissedeceksin, aşkın ne demek olduğunu ezberleyeceksin, insanların aşkları için nasıl çıldırdıklarını, ne kadar delileşebileceklerine şaşıracaksın, leonard cohen ve mickey rourke dan bahsettiğimde aşklarından ölemediklerini ama janis joplini anlattığımda aşkından öldüğünü anlayacaksın, yonderhead'i anlattığımda beni göreceksin, jonsiden bahsettiğimde feryat figan acı çekmeyi, aşkı anlayacaksnı, sigur ros dediğimde çocukların berraklığını tadacaksın, adım attığın her evdeki tozdan hikayeler çıkaracaksın, tozların anlattıklarını duymaya çalışacaksın, benim sana olan sevgimi hiçbirinden duyamayacaksın, parlak gelecek denen şeyin aslında sadece ayaklarının yere basmasıyla olacağını anlayacaksın, evlilik en çok konuşulan şeydir ama en az konuştuğun insanda anlamlanır, aşkı anlatırken arkadaşlarının gözlerinin içinin güldüğünü görmeyi göstereceğim sana, gerçekten nasıl sevildiğini sadece kendimi anlatarak öğreteceğim, öğrendikçe gözlerin parlayacak, zihnimin ne kadar kısmının yaralandığını ve bilincimin ne kadar zor çalıştığını açıklayacağım, anlayacaksın belki düşüneceksin tek başınayken, ben sana nasıl alo dendiğini göstereceğim, nasıl mutluluğun tek kelimeyle aktarılacağını göstereceğim... ama sen bunların hiçbiriyle ilgilenmeyeceksin... sonra ben içmeye gideceğim, her zamanki halime geri döneceğim, ölmek dediğin ne ki, defalarca cehenneme gidip geldim, böyle düşünürsen hakikaten sıkıcısındır. bir insanı bir çok şey öldürebilir, hiçbiri her sabah uyanmak kadar ağır olmuyor inan. sadece şunu söyle, ben hep böyle boş mu hissedeceğim kendimi.. bana yalan söyleyemezsin, belli bir yerden sonra bana yalan söyleyemeyeceksin, sonra gideceksin, çünkü herkes gider. kollarını unutana kadar rüyalarıma gireceksin, sonra yüzün de yok olacak, fotoğraflar bağırırken kestiğim için. senin yine umrunda olmayacak bunlar...

sonra diyeceğim ki bir gün; en kötüsü hep tamamen bittiğinde, tamamen dindiğinde, insanın içini kkuzey kışı kapladığında gelir..

omurgamı aldın benim.

der susarım.