27.12.10

I.B.D



bir şeyler damlıyor geleceğimden
şimdiye.

şimdiye dair olan her şeyi geçmişe bırakıyorum. geleceğe dair sadece uyuyorum.

uyanmamı gerektirmeyecek günler ver bana, ya da bir hayat ödünç ver.
ya da hiçbir şey yapma,

otur sarışın çocuk, rakı koyayım sana, sonra içelim. eleni vitali dinleyelim mesela, hiçbir yerde doğamayan, doğacak yeri olmadan yaşayan çingelenere üzülelim. arkasından bach çalmaya başlasın biz kaçıncı kadehte olduğumuzu unutalım, sen ağla ben susayım, ben ağlayayım sen gül. çünkü ben ağlarken gülünür, çünkü ben üçüncü gözyaşından sonra gülmeye başlayabilirim. ciddiye alma o yüzden.

bak sarışın çocuk, biz bir yerde hata yapıyoruz, beni rahatta dinle, tüm aylardan 2'ler çıkarılsın. Özellikle adı ekim olanlardan. kırgınım çünkü.son baharların ekim ayları yasaklansın. kimse doğmasın o gün, kimse ölmesin. çok yorgunum.

ben bunu seninle yaşamadım, adının yerine oturan kocaman bir boşluktu, ondan sarılıp susturamadım seni. bu içtiklerimden daha soğuk sular da içtim ben, kaynar sular üzerinden yürüdüm. bu saçmalıklardan çok oldu ben geçtim. getirisidir bunlar sevginin. hastane yatağında, hastane kokusuna alışmış halini görebiliyorum ben, ben zamanın içinde adım atıyorum, yorulmuyorum, daha sonra yoruluyorum sadece. sadece kırgın kalmak istiyorum.

kırgın kalmam için bana izin verilsin istiyorum. başucu sehpamda dursun istiyorum, sigara ve kahvenin dumanına karışsın, uyurken ciğerlerime dolsun, burnumdan çıksın istiyorum. istediğim duyguyu yaşayabilmek istiyorum..

soğuk çeliklere uzanmak, aklım o zamanda kaldı, orada olmadığım halde detaylarını görebildiğim bir gün. ya ben halsizim biliyor musun ? bir çello sesi duyabiliyorum her saniye. hiç gitmiyor anladın mı ? ben ilk kez son baharda nefes aldım, ilk kez son baharda öleceğim. kağıt kesiği gibi bir yara var dudağımda, ağzımı açtığım an acımaya başlıyor..

dur rakı bitmez, bizim rakılarımız tükenmez. biz içeriz, biz susarız, acılarımızı boğarız, boğdukça daha çok acıtırız.

şimdi bırak bunlarla uğraşmayı, o büyün görünmez anda, hayatın omzundan tuttum, zaman bunu kaydedemiyordu, bir tavşanın uyuşuk olan koluma tırmanması gibi hissedemeyeceğim bir güzellikti, evin gökyüzündeydi, göle doğru battaniyeleri sermiştik, gitmeye çalışmıştık ama olmamıştı, böylece örümceğin ensesine yapışıp şehirden dışarıya süzülmüştük, çünkü hastaydık ve günler uzundu.

yine mi başımızdan geçenleri konuşacağız, o zaman rakı da biter, şarkı da susar, hayal de bozulur. içime oturan kırık çizgi, dimdik bir bastona dönüşüp sırtıma yapışır, hareket sınırı, acı sınırsızlığı. dedim ki sana bu gözler artık düzgün göremiyorlar, bu gözlerin gördüğü şeyler çok başka, şekilsiz, isimsiz ışıklar, şekilsiz isimsiz varlıklar. benim gözlerim artık görmüyor mu yoksa? söylesene kör bir insanın rüyası neye benzer, lanet olsun bana mantıklı bir şey söyle!
nereden geçsem benim değil, kalamam artık diyorsun, ölümlere gittim geldim, sığamam diyorsun ben gözlerinde görebildiğim şeyler için sana yardım etmeye çalışıyorum, sen sığamam diyorsun tekrar, sonra bir bilinçsizliğe yol alıyoruz, ben görmezden gelmelere sen geçiştirmelere tapıyorsun, tanrı; sen ona taparsın o senin ağzını yamultur.

"uzun
uzun uzamış kollarım
kola benzemiyor;
duvarda tutunmaktan düsen diyor;
aglama balim, degmez hiçbir sey senin gözünden akan yasa."




sussunlar ve uyuayım ben.

25.12.10

yüz

saat 05:55 ve ben archive'in lights adlı şarkısını dinliyorum, şarkı bitmiyor. bana söyleyenlere teşekkür ediyorum, bana söyleyenlere kızıyorum.
kafamın içinde büyük bir savaş var. hiç kimse susmuyor. hiçbir detay saklanmıyor. her şey ortada, her şey alev alev beni ele geçiriyor.

"bir evladı kaybetmekten daha kötü olan şey; onun ölmek istemesi."

buralarda kalmayı seçiyorum tabii, hiçbir kimsenin olmayan hayatımı ben de sahiplenmiyorum, sahiplenmeyince, bu içinde bulunduğum şey yaşam olmaktan çıkıyor. noteri çağırdık, hayatımı kanıtlayamadı. hiçbir belge, hiçbir çizelge varlığımı işaret edemiyor. sanki külün içinde uyuyorum, aslında ben külün içinde çok uyumuşum!

olduğum hiçbir yerde aslında yokum, ağzımda keskin bir kan tadı var daima, saçlarımın binlercesinin aynı anda avuçlarıma dökülmesini izliyorum, yaralarımdaki kanların durmayışını izliyorum, kahkahalarınızı izliyorum, eşlik ediyorum ama kendimi duyamıyorum, sizin gürültünüzden değil, kafamın içindekiler yüzünden duyamıyorum.

sokakları görmeye çalışıyorum ama, tek bir renk var, gri. her yer gri olduğu için hiçbir yolu ezberleyemiyorum, her şey o kadar aynı ki, gittikçe kör oluyorum. gece artık üzerini örtsün bu şehrin diye bekliyorum. ben bu şehre tahammül edemiyorum, benim hiçbir insana tahammülüm yok.

varlığımdan bu kadar emin olmanız beni rahatsız ediyor, bu kadar eminken bu kadar başarılı bir şekilde görmezden geldiğiniz için sizi takdir ediyorum, bazen bu gözlerimin dolmasına bile sebep oluyor hatta.

sonsuz önce bir ışık vardı, o ışığı da saklayıp sandıklarınıza kilitlediniz. anahtarları lavlarınızla erittiniz, şimdi benim adım atacak halim yok güneşe karşı. güneşi reddediyorum, güneşe arkamı dönerek yaşıyorum bu sizin için hiçbir şey ifade etmiyor, sizin hayatlarınızın başladığı yerde ben kendiminkini durduruyorum;

- hadi kalk artık, akşam oldu!
+ dur, şu cehennemden bir kurtulayım da.

100 + 100 = 200.

iki yüz.

iki yüz gram sonra aslında sona erecekti ramon, ramon gidecekti, bizler bakacaktık. şarkı diyor ki, bizim gibiler için de bir yer var. hem baksana, ya da bakma.

sonra o çarpıcı suratlar geliyor aklıma;

- onu tanrı yanına aldı, çünkü bir meleğe ihtiyacı vardı.
+ lanet olsun, sonuçta o TANRI! madem bir meleğe ihtiyacı vardı, neden bir tane yapmadı?!!

sessizlik,

sessizlik hızında bulup, ses hızıyla kaybediyorum.
bulduğum gibi değil, bulamadığım kadar kaybediyorum.
ölüm gibi keskin bir amaç şimdi bu.
bu yani,
benim yüzüncü yazım.

22.12.10

say something!

ya sen gittin ya şimdi, daha destur ama saat 09:44 diyorum hala neden işe gelemedi bu. of çok sıkıldım lan.
çok hatırlamaktan elektroşok yiyen veya hiç hatırlamamaktan elektroşok yiyen adamların hikayelerini okuyorum. ben ilk kategoriye katılacağım ilerleyen günlerde.
peki ne hatırlamamız gerekiyor diye soruyorum ve sanırım 9 kelime falan yetecek.

say something dinliyorum şimdi. I served the king of england izledim az önce bitti, hakkaten güzeldi baya. başka da bir şey olduğu yok.

bilincim bildirdi.

19.12.10

size söylemiştim;

çok yoruldum.
kafamın içindekileri susturmanızı istiyorum
bakıyorum suratınıza
susturun diye bakıyorum,
ben çok konuşuyorum ya, kafam daha çok konuşuyor.
aslında "bak şimdi kafam çok konuşacak" onun orjinali
rabbit in your headlights başladığından beri bir yerlerde çalmaya, şu paragraf dönüyor dilimde sürekli, içimden sürekli şu cümleye giriş yapıyorum; "elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor."
ben çok yoruldum. hakikaten deliriyorum.
annem gelsin odama, kapıyı sessizce açsın, bitiremediğim ve fırlattığım bütün kitapları dizsin başucuma, önümüzdeki aylarda okumak üzere, ben okuyup ona anlatayım, o şaşırsın hemen, sonra hemen unutsun. azıcık başucumda otursun, ona uyurken rüyalarımı anlatayım, sonra annem saçımdan rüyalarımı alıp çıkarsın, hatta kafamın içindeki herşeyi beraber masaya dökelim ve örtüyü camdan aşağıya silkelesin, yere düşeneleri de süpürsün. unutalım herşeyi, hiçbir yere gelmemiştik biz diyelim, hiçbir yeri hatırlamak ve anmak zorunda değiliz diyelim.

tamam babam da gelsin ve otursun yanımda. kocaman koltukta yer yokmuş gibi konuşmadan dip dibe oturalım. beni artık hiçbir şarkının ağlatamayacağına inandırayım onu ve karşı komşunun korkunç ayaklarıyla ilgili şakalar yapalım birbirimize. bakkalın saçları, sokağın yamuk taşlarını arabalara fırlatalım ve kaçalım... sonra gitmedik diyelim biz bir yere, biz aslında hep aynı yerdeydik diyelim.

çarpıntım tutuyor, olmayan hayatımda rahatsız ediliyorum, noter hala gelmedi, zaman beni hala tanıyamadı (tanısa sevecekti, size söylemiştim)..

bendeki şu gariplik, şu susmayan şarkılar, kafamın içinde konuşan ruh hastası, ben ve ellerim kahve içmeye geldik, çarpıntım tutuyor, azıcık gülümseyin;



born from the night in the roaring wind
cast out of the shadows by an unknown hand
warmed by the light of these falling limbs
drunk on the sadness of a universe unmanned

across the water she clings to me
and in the rising karma i feel her at my side
my father's singing in the fallin' leaves
about the complicated beauty of a river run dry

sit down by the fire

it's hard to say
but i think you'd better
just say you don't love me
you don't love me anymore

i been waiting in line
now i know i'll never
overcome this madness
if i don't know for sure

across the water she clings to me
and in the light of dawn
i see her at my side

and my father's singing in the fallin' leaves
there's no way out of this old world even if you try

so just sit down by the fire
sit down by the fire
there ain't no way to get what i want

some day
a little rain is bound to fall

some day, some day

over my head my heart and my feet
i'm drawn insane
you know i need you now

over my head my heart and my feet
i'm drawn insane

sit down by the fire
there ain't no way to get what i want

sit down by the fire.


ağır çarpıntı geçiriyorum şu an,
beni rahat bırakınız.
benimle uğraşmayınız,
durduk yerde asabımı bozmayınız.

uzun bir yazı yazmıştım ama, tüm harfler tek tek kıçınıza girmiş varsayıyorum.
nefretler;

17.12.10

sakın bakmayın;


i'm a rabbit in your headlights
scared of the spotlights
you don't come to visit
i'm stuck in this bed..


ölüyorum lan, gitmeyin.
organlarımı öldürdüm artık işeyemiyorum, bir keresinde çok şarap içmekten krolofil işemiştim gerçi, sonra düzeliyor. uslubumu bozuyorum, terbiyemi bozuyorum.
siza tahammülüm yok. kendime gelme rakımı çok yüksek. acı eşiği alkol eşiği duyarlılık eşiği, sokağın tüm camları falan yerle bir.

gidecek olanlar gitmesiler. evet.

thin rubber gloves
she laughs when she's crying
she cries when she's laughing

bakmayın bana, bakmayın, bakmayınız.
yargılamayınız, gidiniz ama aslında gitmeyiniz.
ben burada bu yatağın içinde otururken siz
de olduğunuz yerde kalınız, orada kalın...

fat bloody fingers are sucking your soul away

i'm a rabbit in your headlights
christian suburbanite
washed down the toilet
money to burn

trende iş olursa yaparım,
karın tokluğuna.
yeter ki bu kadar özlenmeyiniz bayım.


fat bloody fingers are sucking your soul away

if you're frightened of dying and then you hold on
you'll see devils tearing your life away
but, if you've made your peace
then the devils are really angels
freeing you from the earth... from the earth

rotworms on the underground
caught between stations
butter fingers
i'm losing my patience

i'm a rabbit in your headlights
christian suburbanite
you got money to burn

fat bloody fingers are sucking your soul away

LEAVE MY FUCKING SOUL ALONE!

15.12.10

somewhere someone must know the ending


seni çok özlüyorum kadın. derdin ne anlayamıyorum. hem her ihtiyacın olduğunda nereye kayboluyor bu neil ? ben de bilmiyorum, benim de bazen ihtiyacım oluyor ona. stardust'ı yazarken ona şarkılar söylediğini bilmediğim halde filmde seni görmüştüm ben. ama sen kendini artık özletmekten vazgeç! kendine gel. hele şu son albümlerin, (kızmamalıyım sana) olmadı. nerede bir under the pink, nerede son adını bile anmak istemediğim albümlerin. neyse. kadın seni seviyorum artık kendini özletme. tori amos'sun sen, kendine gel. aynaya bak!

uyan diyordu birileri ama ben zaten gayet uyanığım anlamıyorsunuz ama. sonra sen " ayakların tamamen yerde kızım" dedin. ben yine dikildim ayağa.

bir keresinde uzak bir yerlerdeyken ben, karnım aç olduğu için kapının önünde duran dolaptaki dört adet bozuk parayı almıştım. almamam gerekiyormuş mesela. çok üzülmüştüm. neil yoktu, sen de yoktun, kimse yoktu orada. saç diplerim yanıyor. afedersin ama birazcık sen olabilir miyim ben ? ya da birazcık kafamın içinden çıkmayı denesen ? daha hızlı koşuyorum ama sen beni yine burada yakalıyorsun. bileklerimi kırmıştım bir keresinde. buzun üzerinde zıplarsam uçabileceğime inanıyordum. buzlar bileklerimi parçaladı. babamın eldivenlerini giyer büyümem için ne kadar zamanım olduğunu hesaplardım. fakat bu neil fazla olmaya başladı! tori, artık kar bekleyemiyor, eskiden bekleyebilirdi ve biz kaybolan berelerimizi arardık ama artık kar beklemez, olduğun gibi çıkman lazım sokağa. sonradan hastalanacağını bilsen de, uyuyan güzelin seni izlediğini bilsen de. babam bana ne zaman benim seni sevdiğim kadar beni seveceksin demişti, yemin ederim bilmiyorum. her şeyin çok hızlı değişeceğini ve beyaz olan bütün atların uyuduğunu. her şey değişir canım, diye bitirmişti. hep yanında olmak bir seçenekti. neredesin neil ?

şimdi odadaki bütün parmaklar beni gösteriyor, suratlarına tükürmek isteyip bunun getirilerinden korkmak istiyorum. ağzımda bir çöl var. bir terzi bulurduk sökükleri diksin diye, bir denizci bulur kafamızı toparlamak için uzaklara giderdik.

biliyor musun kalbim sıkıldı baya bi' ve ben terziyi de denizciyi de buldum. çünkü sokaklar çok pisti. gemide ağladım, terzi ise kördü, neyi diktiğini bilemeden geldi ve gitti.

sabahın 5'i oldu. yön değiştiriyorum çünkü yakında nerede olduğumu bilecekler. lanet olsun tori! kalkar mısın lütfen piyanonun başından! kulaklarım kanamaya başladılar senin yüzünden! ophelia öldü az önce. önce dizlerinin üzerine düştü, oysa salak çocuk hayat boyu dizlerinin acıyacağını sanardı düşmekten. ölürken dizleri acımadı. ömrü biraz kan döktü. yaşadığı kadar döktü ve yere yığıldı.

(burası sana) bak şimdi! (diye başlıyorsam öyledir) bazı ipler var seçmemiz gereken kimi dağlara çıkmamızı sağlıyor, kimi sahil kıyılarına. bir kadeh kaldırıyorum, güldüğünü ve artık konuşmamam için bana yalvardığını da duyuyorum, bir de dans etmemem için. bu güzel şeyler suratına çarpan rüzgar olsun. olsun da sen de neil'i bul getir bir yerlerden.

bir keresinde ben de o kadar sevmiştim tori, dokunduğu her şeyi traş etmiştim. tanrı da biliyordu bunu yaptığımı. her şeyini fırlatıp attığımı. ama unutamıyordum söylemediği şeyleri. böyle günlerde beni bir düşünce alıveriyor her zaman.

sonra bir battaniye arkadaşım var benim tori, adı sc, siyah olmasına rağmen ela gözlü bir çöl ahusu demeyi tercih ediyor. o hep anı yaşar. zamanın dışında yaşar ama anı yaşar. ben onun yanındayken kötü olan hiçbir şey o kadar kötü değil. tek sorun bu gelen şeyi görüp de durduramamız, tori ne sen durdurursun ne de neil. duvarlara biz yemediğimiz kekleri atarız. onun aklı bende, benim sesim ondaymış. ona sesime ihtiyacı olmadığını söylüyorum, senin kendi sesin var diyorum ama asla bunun yeterli olduğunu söylemiyor. böylece yıllardır ilerliyorlar. battaniye kardeşleri. şimdi onunla konuşuyorum, orada mı tori, görebiliyor musun?

tori onu boş ver, olacakları görüyor musun, durduramadığım, geliyorlar tek tek, görüyorum ve durduramıyorum, sen bile durduramazsın!

başka biri var, tuvallere boyalarını fırlatıyor tori, angel-a kendisi. mutfak kapısından giriyor içeri, burada bütün kızlar donuyoruz. her ne yapıyorsa, yapmaya devam etmesini söylüyorum. artık gidebilir, zaten çoktandır gitmişti. o aynı yuvarlağın içinde dönüyor, dönüyor ve dönüyor. durması lazım artık...

tori, sana yazacaklarım bitmiyor, biri var, kazağının kollarında göz yaşları var, benim ağzımda uyuyan bir bulut var. karşılıklı anlaşıyoruz. biliyorum onu, görüyorum..

hiçbir şeye, elinden geldiğimce hızla tutunuyorum, yine de iyi bir yıl oldu tori. yine de..

şimdi tori söyle bana, kim bu teröristler, bu utanması gereken, eğlendikten sonra bir güzel dönüp giden insanlar, bunu ne sen, ne de ben çözemeyiz, en iyisi neil'e sormak.

charles manson'ın sevdiği dondurmayla aynı dondurmayı sevmek demek, onun seni bırakıp gitmemesi gerektiğini gösteriyor. ama belki de gittiği insan, ben de göremediği parçalardan oluşuyordur. belki de belkilere alışığım fazlasıyla.

ya yeter tori, yeter! neil selam söylüyor şu anda. sakın düşüncelerini tekrar aklına getirme, düşünceler kum taneleri gibidir, her eline almaya çalıştığında çoğu parmaklarının arasından kayıp gidecektir.


neyi biliyorum biliyor musun ?
ben buradaydım,
görüntüler ve sesler beni başka yıllara çekiyor.
ben buradaydım.

tori, yeni yılın kutlu olsun. ayaklarım yere basıyor..

birileri, bir yerlerde sonu biliyor..


deck the halls
i'm young again
i'm you again
racing turtles
the grapefruit is winning
seems i keep getting this story twisted
so where is neil when you need him
deck the halls
it's you again
it's you again
somewhere someone must know the ending
is she still pissing in the river now
heard she's gone
moved into a trailer park

so sure we were on something
[so sure those girls now are in the navy]
your feet finally on the ground he said
[those bombs our friends can't even hurt you now]
so sure we were on something
[and hold those tears cause they're still on your side]
you feet just on the ground girl
[don't hear the dogs barking]
so sure we were on something
[don't say you know we've gone andromeda]
your feet finally on the ground he said
[stood with those girls before]
so sure we were on something
[the hair in pairs it just got nasty]
your feet are just on the ground
[and now those girls are gone]

14.12.10

bak şimdi, çok susacağım.

hayatımda ilk defa birinin gerçekten ölmesini diliyorum o da, richard youngs.




değişim, dönüşüm, nefret.

bak, iyi bak.
şimdi çok susacağım...

13.12.10

an avalanche

siz ruh hastasısınız.

bir şey oldu!

sizin rüyanızda gördüğünüz bir yere gittim ben, hem de uyanıkken. oraya gittim ve orada kaldım. adı ümitsizlik burnu. çok uzakta değil. yılgın bir rüzgar esiyor. rüzgar bazı bazı yırtılmış isyanından. o kadar çok gürültü var ki, hiç bir şey göremiyorum, o kadar çok ışık var ki, hiçbir şey duyamıyorum. düşüncelerim aklıma düştüğünde etraftaki bütün pencere camlarının aynı anda yerle bir olduğunu hissediyorum, içimde biriken huzursuzluk dağa taşa isim oluyor ve onulmaz hastalık taşıyan bir yağmur düşüyor artık tek tek, yürek denen şeylerin tek tek kibritle yakıldığı bir yer, ölü harflerle dolu olan defterimi buluyor birileri. okuyup gülüyorlar. evet, gülünecek haldeyim. beni göremediğiniz yerden sizlere bakmaya çalışıyorum, o kadar çok ses çıkarıyorsunuz ki, görseniz eminim ki ağzınız açık kalırdı. o sesin içinde bir şeyler bekliyorsunuz, birilerini bekliyorsunuz, bazı haberler bekliyorsunuz, bazı maddiyatlar bekliyorsunuz.

şunu hatırlatmalıyım ki; bir gün öleceksiniz. ve o gün gelene kadar da bu şekilde saçmalayacaksınız. aynı benim gibi.

o sırada dudaklarım açılmadıkları için kuruyor. ben bugün çok az konuştum. sessizlik en iyi cevaptır yazan bir şeyi yutmuş gibiyim. kafa sallamak çok işe yarıyor. ama dudaklarım az önce patladı, esnedim çünkü. patlayınca iğrenç ince bir acı hissettim, kan ve gözyaşım aynı anda akmaya başladı. o acıdan gelen istemsiz gözyaşı, aynı beni kırdığın yerdeki acıyla gelen gözyaşına benziyor. sonuçta hepimiz mezarlarıyız kendimizin. kendi içimize gömüldükçe adına tecrübe deniyor. istemiyorum. istemiyorum. istemiyorum.

ateşe yürüyorum, ateş benden uzaklaştıkça yürüyorum, kafamda kuşların olması kimseyi endişelendirmiyor, tek sorun o kuşların hep aynı kuşlar olması. ateş ve yağmur bana geçmişi hatırlatıyorlar oysa geçmişe hiç dokunmamak, olduğu gibi bırakmak lazım. hatırlamak hiçbir işe yaramıyor. hiçbir şeye. hiçbir güne.
istemiyorum. istemiyorum. istemiyorum.

köprülerden yıkılacakmış gibi geçen trenler var bu şehirde.

bak hiç iyi değilim, al bu fırçan, bu da boyan. neyi bekliyorsun bilmiyorum.. çok yakında ateş saracak. ümitsizlik burnunu çiz istiyorum, kara, kapkara bir kalemle saçlarıma çiz istiyorum. fotoğraflara bakarak ağla, sonra tekrar çiz istiyorum. şu seni boğan lanet acını fırlat istiyorum fırçayla. çok az şey istiyorum.

bende her şey bir şarkıyla başlayıp, başka bir şarkıyla bitiyor. hayatım tamamen bunun üzerine kurulu. bunu görebilen kimse yok, o sebeple herkes hala nasıl hayatta kalabildiğime şaşırıyor. her şarkıda ayrı bir ömür tüketiyorum ben. her şarkıda ayrı. ölüp, tekrar dirilme. en acısı dirilmekte saklı.

artık yazarak bir şey anlatmak istemiyorum, istemiyorum, istemiyorum.

soon it will be fire...

soon it will be fire...

soon it will be fire...

11.12.10

o yea

eveeeeet günlerden bir gün düşünürken düşünürken bunu yazmaya karar verdim.

en sevdiğim filmler listesi, mucu. bi yerden sonra sıralama önemini yitiriyor,

1) THE FALL
2) THE ROYAL TENENBAUMS
3) IN BRUGES
4) LITTLE MISS SUNSHINE
5) SOPHIE'S CHOICE (nehmen sie mendchen!)
6) AMELIE
7) 500 DAYS OF SUMMER
8) MICMACS
9) LEON
10) LA MOMÊ
11) HUNGER
12) GARDEN STATE
13) MUSIC OF THE HEART
14) THE BIG LEBOWSKI
15)LIFE AQUATIC WITH STEVE ZISSOU
16)THE HOURS
17) DOUBT
18)CRASH
19) UP
20)THE DARK KNIGHT

falan işte sıkıldm

10.12.10

everything you do...

kapı çalsa şimdi, en kokoş haliyle kızıl saçlım gelse, arzu gelse. sonra sarılsam ben ona. hep kahkaha atsın o. hep güldüreyim onu ben. sigara paketim yere düştü, içindekiler sağa sola dağıldı. toplamadım, bir tanesini aldım ve yaktım..

ömer gelse, gidiyoruz dese, trene binsek, karlı bir yerlere gitsek, buzda kaysak, kahkahalar atmasak sadece sırıtsak. uzun uzun sırıtsak. sonra şarap içsek ve müzik dinlesek filmlerin ne kadar film olduğundan bahsetsek, şarkıların ne kadar şarkı olduğundan falan konuşsak. düğünlerde masaların altına falan saklansak.

valla dayanamıyorum artık bu iki insanın hasretine. yemin ederim çürüdüm!

5.12.10

kaybolması için varolması lazım bir insanın


dedi az önce selçuk yöntem, televizyonu kapattım, asabımı bozmaya hazır değilim. migren tuttuğu zaman zaten günlerce hassas bir yumurta gibi geziniyorum. her göz kırpışımda kırılıyor ve dağılıyorum.

hemen san jose'ye girişiyorum. hem de son ses, annem kahkaha atıyor ona 6. kulvardan gelen honda esprisi yapmıştım çünkü. elimi domates sosuyla yakıyorum, ne oldu diye sorması için 5 dakika bekliyoruz. sonra ben diyorum ki keşke yarın sabah sorsaydın. sonra gülüyoruz, sonra tekrar gülüyoruz. benim gözlerim de annem gibi kırışacak sürekli aynı şeylere gülüyoruz çünkü. bana çok gençsin çok yaşlı hissediyorsun diye bakıyor. ben de sen de çok mu acı çekiyorsun diye bakıyorum. sonra sorularımız havada çarpışıyor ve salonda üçlü olan avizenin üçüncüsü kendiliğinden yanıyor. sorun ne zaten bilmiyoruz, gülünce, öksürünce falan kendiliğinden yanıyor. ortalık durulunca tekrar sönüyor. zaten biz ışık sevmeyiz. karanlık her zaman daha iyidir çünkü.

içimdeki müzikleri bir şırıngaya dolduruyorum ve elimi uzattığım yer yastığımın altı oluyor. san josenin sonunda içimde alkışlar kopuyor. beni ve şarkıyı alkışlıyoruz sonra slovenya doğuyor birden gözümün önünde sonra rüya gördüğüm yastığı değiştiriyorum. o çok doldu artık. bir başka yastıkta biriktirmeye başlıyorum. bazen çok korkuyorum, bazen çok seviyorum rüyaları. yastıkları saklıyorum çünkü rüya göremeyenlere vereceğim. morrissey'den öğrendim. insanlar yastıklarını değiştirmeliymiş bazen. anlatamadıklarını anlatırlarmış birbirlerine. kaybolmadığımı da anladım ben, kaybolmak için varolmanın kavramına ulaştım.

şimdi sırada reklamlar var. ilaç reklamları, içi ilaçla dolmuş oyuncak bebeklerin reklamları. bütün lekeleri silen ama anıları silemeyen deterjanların reklamları, hiçbir yere varamadığın, koşu bandı gibi olan yolların reklamları, daha sonra radiohead dinleyen insanların belgeselleri başlayacak, sonra savaş reklamlarını son ses izleyeceğiz, siz de öldürün diyecekler, öğreneceğiz. fiyatlarının paha biçilemez olduğu sevgilerin market reyonlarında fırsat ürünü olduğunu öğreneceğiz, sonra arkadaşlıkların sonsuzluğunun reklamları yapılacak hastane bahçelerinde, odalarında.
acil servis kılavuzu dağıtılacak. ağlamak üzerine çıkıp konuşmalar yapılacak, televizyonlarımızı çok seveceğiz.

sonrası müzik kuşağı. sesini ne kadar açarsak açalım o kadar sessizleşecek sokaklar. elektirk direklerinin insan asmak için yapıldığını o yüzden bu kadar çok olduklarını anlayıp uykuya döneceğiz. sonsuza dek asılmayı bekleyeceğiz. nefes alamayacak hale geldiğimiz de dünyanın yaşanılabilir kılan adasını bulamayacağız haritada olmadığı için.

biz yine güleriz. kalabalıklara alışmaya başlıyorum sanırım ben yine.
15 günün kaldı, tekrar söylüyorum; ayakkabılarını sıkı bağla. sokaklara dökülen suların pırlantaya dönüştüğü çiçek bahçelerine gidiyorsun, sürekli sırıtman lazım, sokaklarda somurtanalara kızdıklarını duymuştum oralarda. there there'e takılmamak lazım, bazen hissettiklerin gayet gerçek olabiliyor.

1080 saat sonra her şey eskiye dönecek. ona göre.

3.12.10

pencereden kar gelsin.

yine aynı şeyler olmakta, ellerime bakmak ama gerçek olup olmadıklarını anlayamamakla girilen süreç. günlerdir erken yatıp erken kalkma çabası içindeyim, ama bugün aslında bunu hiç istemediğimi farkettim, yalnız kaldığım her an kusursuz bir şarkı gibi. gece sokaktan kimse geçmez. ben bile.

çok fazla şeyler yaşanmıştı tabii ama bir o kadar da saçma sapan şey yaşadım yahu birinden biri olsun da, ikisi neden oldu?

ben bir de artık yazamıyorum.

pencereden kar gelsin, arkada radiohead çalsın ben de artık öleyim thom yorke rızası için.
hiç mi hiç bir istek yok içimde uyanmaya, yazmaya, içmeye, yemeye, dolaşmaya, konuşmaya.

sessizliğim ses oluversin.

thom yorke'a kızmaya başlıyorum.