30.11.10

be good or be gone!

sizin bilmediğiniz bir şeyi biliyorum ben, hava bugün geç aydınlandı. lodos yüzünden bence, kesin. zaten migren de lodos yüzünden, iç sıkıntısı da lodos yüzünden. ama ben ne zaman lodos yüzünden acı çekiyor olsam, iyi bir şey olur mutlaka.

şu anda saat 07:13, hava hala tam aydınlık sayılmaz. birazdan duşa girmeliyim. ama önce mutfağa gittim ve bir bardağın içine haddinden fazla kahve attım, sonra sıcak su koydum. acı tad bana uykuya hayır dedirtecek olan şey.

zaten yoruldum uykudan sanırım, ne zaman bitirsem acı çekmeye başladığım bir şey, sıkıldım. kahveyi de hızlı içerim ve dilim yanar. bir süre bu dengesizlikte devam edeceğim.

saat 3'te beyazıtta olmam lazım. belki de hayatımın teklifini alacağım, belki de boşuna gitmiş olacağım. ama şu anki durumda beni bu evden çıkaracak hiçbir şeye boşuna demek psikolojime iyi gelmeyecek. bu ihtimali daha sonra ben düşünürüm bir ara.
aslında gerçekten gitmek istediğimi de sanmıyorum. ben hariç herkesin mutlu olduğu bir hayatım var. biraz anlatayım;

sabah 6da başlamak zorunda, suratsız ve ağrılı bir başlangıç. hiçbir şekilde aynaya bakamama nefreti, telaş içinde giyinip sokağa fırlama. itiş kakış, itiş kakış ve tekrar itiş kakış. paçaların çamur olması, karnın acıkması, kahve isteği ama durup da "heheeeyt ulan durun yolu açın kahve içmem lazım" diyememek. ofise varmak. duyarlı bir vatandaş gibi gazetelerin internet sayfalarına bakmak bir kaç dakika, sonra facebook'tan selam verenlere selam vermek ve işe koyulmak. kafanı binlerce gereksiz şeyle doldurmak. sonra birinin bir laf söylemesi, ardından gerginlik, yanlış anlaşılmalarla gelen tahammülsüzlük. yorgunluk, kahve üzerine kahve. sinirleri aynı bir don lastiğine dönüştürmek. bir sürü insanla, olmak istemedikleri ve senin de olmak istemediğin yerde tüm günü harcamak. işten çıkmadan önce yine facebook'a girip ona buna "hehehe" yapmak. eve gelme derdi, "annemler beni beklemese bari, geç kalıyorum" diye düşünmek ama çaresinin olmaması, eve gelmek, saç ve başın aslında orada olmamaları, kafayı yiyecek kadar öfkeyle dolmak sonra 30 gün buna katlandıktan sonra belli bir parayı almak. eve gelmek onu ödemek, bunu ödemek aman borçları kapatmak. aman bize bir şey olmasın. önce sağlık amenna. sonra parayı yemek, içmek falan akşamları. sonra bir film izlemek. iki sayfa kitap okumak ve diğer aynı geçecek olan 30 güne hazırlanmak. ya da 31 işte. gibi.


herkesin mutsuz ama benim mutlu olduğum da bir hayat var. sadece uyumak, müzik dinlemek, kitap okumak ve film/dizi izlemekten oluşuyor. bazen sokaklarda yürümek süslüyor, eski arkadaşları ziyaretler, trenlerde terapiler, inanılmaz keşifler, fuarlar, konserler, imza günleri. güzel müzikler, güzel insanlar tanıma şansı, güzel sohbetler, güzel kalpler, şiddetsiz, kavgasız ve gürültüsüz bir gün. itilip kakılmama. ve yukarıda yazan her şeyin tersi.

söyleyin ne bok yiyeyim ben şimdi ?

sen büyü ve bir iş kadını ol, çocuklarını günde 2 saat gör ve mutlu ol, haftasonları alışveriş merkezlerine git onlar çük kadar kaydırakta kayarken sen kahve iç.

yine kahve.
hep kahvenin yüzünden, e ama benim birazcık uykum geldi şimdi. en iyisi balkona çıkıp bir yerlere giden insanların mutsuzluğunu izlemek ve yakında onlara katılacak olmanın vereceği hissi tahmin etmek...
se yaé!


too young to fall, for a light I think I see,
can't say for sure..
ve evet tanrım iyi ki bu kulaklıkları almışım!

28.11.10

and the cohen sings,

ağustos ayıydı ve çok sıcaktı, cebimdeki tüm parayı bir bilete yatırdım. yani o biletin ait olduğu konsere gidecek param bile yoktu. bir kaç tane insan vardı etrafımda, tanımadığım, tanıyamadığım ya da kafamın eremediği insanlar, aslında ablalar abiler ama ben her zaman onlarla aynı ortamlarda bulundum bunca sene. kulaklarımda hep aynı adamın sesi, gözümün önünde hep aynı adam. babam kadar seviyorum galiba ben onu. 4 kişi bir arabaya doluşup, düşünce gücümüzün ağzına sıçtıktan sonra yerlerimizi almıştık. sonsuz bir huzur, hissizlik ile sahnedeki kanadalıyı izliyordum. insan hissizken de ağlayabiliyormuş jonspi. gece sonunda ellerim morarmıştı alkışlamaktan. ama yine acı hissi yoktu hiçbir yerimde. gözlerim ağrıyordu sadece. mükemmeliğin karşısında.

eve döndüğümde gerçekten yaşamımda başka isteyebileceğim hiçbir şey yokmuş gibi hissettim. aynı his bir daha olmadı. bana bunu yaşatan adam; Leonard Cohen'di.

25.11.10

25 Ekim'de yazılmış bir mektup

hava aydınlanmaz mı selin, güneş mi öldürür ayı, ay mı güneşi öldürür..

selin çok fazla müzik vardı bazen, bazen çok azdı. müzik mi ruhu öldürür, ruh mu müziği besler selin ?
selin sana hep selin diyeyim ben, yani bilmek istememek de var çoğu şeyi evet, kimse bilmek istemez fazla sorumluluğu, kimse taşımak istemez. sorumluluk acı üzüntü ağırlık yük getirirler.

belki de ben hep kendimi kandırıyorum, bir gün gerçeğin çekici odamın duvarını yerle bir ettiğinde yerde oturup kalacağım, bir şarkı mırıldanacağım kesin tabii.
selin ben mi kendimi üzüyorum, yoksa burası fazla mı gürültülü.
bir şey göremesem aslında bazı bazı. saat 6'yı 1 geçiyor, 2 den beri 8 tane sigara içmişim. sekizinciyi söndürmek için yazıya ara veriyorum.
dostum, kimseleri önemsememe vakti gelmiştir. birazdan annem gelecek ve sen manyak mısın hala yatmadın mı diyecek ben de ona çalışırken uyuduğumu gördüğünde bunu bana diyemiyordun ya, uyuyordum ya hani, bu anı özlediğim için manyağım evet, bu anı özlediğim için buradayım diyeceğim.
selin burada insanlar kıymet falan bilmiyorlar, bir boktan anladıkları yok, derin derin bakıyorum, hatta enteller gibi gözlerimi bile kısıyorum, susuyorum neyin var diyorlar, konuşuyorum sadece gülüp deli diyorum anlatmaya çalışıyorum susturuyorlar, aman takma diyorlar, sonra ben içip içip ağlıyorum, bilincimin olmamasını severdim eskiden şimdi bilinç beni öldürüyor, anlattıklarımı hatırlayamıyorum zira, sağlam kafayla seninle aynı şeyleri konuşmak istesem konuşamam, yazık.
bir rakı daha olaydı elinden de içeydim. hem artık buradaki sokak köpeklerinin adı da yakup. selin kıymet bilinmez mi ? insan mı kıymettir. selin buralar hep yaprak. kasımın biri gelmesin bir de bütün ekimlerin 2leri çıkarılsın takvmlerden. 2 zavallı bir rakamdır ve ekimse ben üzgünümdür. gidiyorum bu diyeceğim, giderken para biriktirip herkese gidiyorum bu adlı kitabı armağan edeceğim.
selin sana jonspi diyebilir miyim ?
dostum.

24.11.10

the hours


afişte, nicole kidman'ı bulun...

2002 yılında oskara damgasını vuran the hours'un başrolleri afiştende gördüğünüz gibi, nicole kidman, julianne more ve meryl streep'e ait. Virginia Woolf'un " Mrs. Dolloway" adlı romanının, 3 farklı kuşaktan kadını etkileyişini anlatan bir film. bu 3 kadından biri sevgili deli yazar, Woolf.

Nicole Kidman'ın filmdeki rolüyle oscar aldığını bilsem de izlerken garip bir olay oldu. ben filmde kendisini bulamadım, izledikçe zaten sizi girdap gibi içine çeken filmin cümlelerinde kaybolurken ağır vasıtalar tarafından defalarca ezilmiş gibi olmam yetmezmiş gibi bir de nerede bu Nicole diye diye filmin yarısını tamamladım.

burada kısa bir bilgi vereyim, ben kadroya baktığım zaman filmde kim hangi karatkeri oynayacağına dikkat etmem çünkü bu benim gereksiz bir tahmin etme dürtümü ortaya çıkarır mesela clarrisa'nın meryl streep olduğunu bilseydim kafamda bin tane clarissa olacaktı.

filmin yarısına geldiğimde hala Nicole Kidman'ı düşünüyordum aynı zamanda da, aklıma doubt filmindeki 7 dakikalık rolüyle en iyi yardımcı kadın oscarına aday olan Viola Davis vardı, hep dedim ki, nicole da bir gelecek pir gelecek.

ama olmadı. filmin son 10 dakikasında durdurup, imdb'ye daldım, hayranlıkla izlediğim Virginia Woolf karakterini Nicole Kidman canlandırıyormuş. zaten bu kadın kim, oscarı bu haketmiş diyerek izledim.

yani evet, bu kadar gerizekalıyım. o zaman filmden bir kaç mükemmel nokta ile tamamlayayım yazımı;

Virginia Woolf: If I were thinking clearly, Leonard, I would tell you that I wrestle alone in the dark, in the deep dark, and that only I can know. Only I can understand my condition. You live with the threat, you tell me you live with the threat of my extinction. Leonard, I live with it too.

Virginia Woolf: This is my right; it is the right of every human being. I choose not the suffocating anesthetic of the suburbs, but the violent jolt of the Capital, that is my choice. The meanest patient, yes, even the very lowest is allowed some say in the matter of her own prescription. Thereby she defines her humanity. I wish, for your sake, Leonard, I could be happy in this quietness.

betty caine

şüphesiz vardır "o", kendi bahçesi vardır, sırlarını, kapaklarını, kapılarını ve tuzaklarını ezbere bilir, hem de bloody well bilir. sonra onun oradan çıkabileceği tartışılır ama o asla oradan çıkmayacaktır. belki olur da bahar gelirse, papatyaları suyun üzerinde yüzdürür.

yukarıdaki paragraftan anlaşıldığı kadarıyla bu "o" güzel bir yerde yaşıyor, sonuçta bahçe var, su var, papatyalar var. peki hangimiz şanslıyız onun kadar ?

ölmüş bir doğayı teslim ettiler bize, belirsiz bir geleceğin apolitik çocukları olarak okuma yazmayı öğrendik darbe görmüş insanlardan. her zaman korkmayı öğrenerek bu günlere geldik. hangimiz biliyor acaba nereye gideceğini ? hangimizin belirgin bir fikri var kafasında, "bu bitsin, bunu yaparım" diyen hiçbir kimse yok etrafımda, her şeyin sonunda, "hiç işte" geliyor.

hüzünlü güverte gezileri beşinciye varamamış elimdeki kitapta, ama ben beşyüzüncüye vardım çoktan, o mükemmel doğaları, yolları, insanları sadece mükemmel kitap, film ve şarkılardan duyabiliyoruz. gidip görenler tek tük, gidip görenler şanslı mı şanssız mı bilinmiyor.

bir şeyden pişman olduğunuzda her şey daha kolay olur, eğer pişman değilim diyorsanız arkanızda bıraktığınız, yanınıza aldığınız, tekrar arkanızda bıraktığınız, bir şekilde bir kaç cümle konuştuğunuz insanların hiçbir önemi kalmıyor, insan ya gitmekten ya da geri gelmekten pişman olmalı yoksa o yol gittikçe kendine kapanıyor, sonra diyor ki, dön rüzgara, geri git, görünen o ki, ileride hiçbir şey yok, her zaman her şeyin en başına gitme isteği göçmen değil asla, hepimizde yerleşik düzen kurmuş. bu kapanan garip yolda insan kendine dökülmeye devam ediyor, içine dökülüyor. insanın hiçbir iz bırakmadığı veya hiçbir izle yola devam etmediğini anladığı an hiçbir şeyin hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağına denk düşüyor.

yazmak istemiyorum aslında ben, başka çarem yok ama. ben daha fazla öelemeyeceği için yaşamayı seçen insanlar gördüm, daha fazla göremeyeceği için kaçamayan insanlarda gördüm. katlanmayı görev edinen insanlar da gördüm. sıkıcıyım. sıkıcı olmak elimde değil. bir şekilde bir şeyleri dökmem lazım. richmond mı, yoksa ölüm mü? koşmak mı yürümek mi ? içimi dökmem lazım, yazarak.

yani sırf o dedi diye, gözlerimdeki ışıkla onu takip etmeye devam etmek mi yoksa durmak mı. bilemiyorum. artık trenlerden daha çekici gelen bir şey yok, biraz da şarkıların bitmeden tekrar başlamalarını seviyorum, saatlerce o işle uğraşabilirim, son 10 saniyesinde tekrar başa sarıyorum.

bir keresinde thom yorke kurbanı ökse otu demişti biri bana, o biri şimdi epic failler yaşamakla meşgul ben hep o günlere dönmekle. sanırım artık kendi suçlarımı aramaktan vazgeçmeliyim. yazının gittikçe boyut değiştirdiği bu yerdeyim şimdi. burada da bırakıyorum.

aha valla da bıraktım.


dağda bayırda the leaving song söyler chris, yapar cidden.

22.11.10

sylvia plath


* eskiden bu bayram tatillerinde birden karar alır bir yerlere giderdik, yolda kavga gürültü olurdu çok az, sonra ben yatan olurdum hep, ayaklarımı ablamın kucağına uzatırdım, kilolarca abur cubur yenirdi yolda, çünkü yolda ağız hep çalışmalıydı. bir de tatilin bittiğini kimse idrak edemezdi, zaten devamsızlık problemi olan bir çocuk olaraktan sürekli tatillere haftalar eklerdik, bırak okula döndüğümde kendimi derse vermeyi, hala o tatillerin etkisinden çıkabilmiş değilim. hehe, burası komikti.
ayakkabılar benim
2008





* ryan adams'a büyük haksızlık etmişim, "he yaa, wonderwall coverı var o herifin, iyi de söylemiş" derdim sorsanız, ama bugün öğrendim ki adam kalkıp sylvia plath için bile şarkı yapmış, bir de come pick me up diye bir şarkısı var ki çok iyi şarkı. bir de hazır konuya gelmişken, başlığı da kendisinin adı yapmışken şu konuya parmak basayım istiyorum, sylvia plath sorunlu bir çocukluk geçirmiş, bir dönem akıl hastanesinde bile kalmış, defalarca intihar girişiminde bulunan amerikalı bir yazar, kendisi defalarca intihar etmeye çalıştığı için gerçekten ölmek isteyip istemediği tartışılıyor hala, fakat bir insan çocuklarını yatırıp, odalarına süt ve kurabiye koyduktan sonra, gaz girmemesi için çaba harcayıp, kafasını fırına sokuyorsa ölmek istemiştir.


* peki kim bu nilgün marmara ?
58 doğumlu türk kadın şair, herkesin tanıyıp, görüp anlaması gereken bir kadın ama bu beklenti çok saçma, zira ergenlerin idolleri genelde cesaretini bacak arasına sıkıştırmış olan marla singer ve benzeri karakterler oluyor. kendisi boğaziçi üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı öğrencisiyken, sylvia plath üzerinde çalışmalar yapıyor ve zaten katlanılır bulmadığı hayatını sona erdirmek için doğru bir karakter seçtiğini söyleyebiliriz, nilgün marmara çeşitli şiir ve yazılarıyla insanları etkiledikçe, kendisi daha da dibe batarak şunu bile söyleyebilmiştir; "hepiniz mezarısınız kendinizin" sylvia hayatını anlatırken, nilgün marmara kendi hayatı hakkında düşüdüklerini yazmıştır, 29 yaşında tek bir ses bile çıkarmadan kendisini evinin balkonundan boşluğa bırakmıştır, arkasında kırık dökük cümleleriyle, ölümünden sonra cemal süreya; "bu dünyayı başka bir dünyanın bekleme odası olarak görüyordu" demiştir. yazının sonunda bu iki kadının da bir kaç sözünü paylaşacağım!




* emma thompson çok sevdiğim ingilizlerden biriydi, özellikle stranger than fiction ya da angels in america gibi yapımlarla kendisine hayran bırakmıştı, fakat gel gör ki kariyerinin en berbat rolü harry potter serisindeki sybil trelawney. olmamalıydı, o kadın emma thompson olmamalıydı. bu da böyle bir düşüncem.


*çok hızlı bir şekilde iki paket sigarayı bitirince insanın ağzının tadı değişiyormuş, şu an ketçaplı patlamış mısır yemiş gibi bir tat var ağzımda, belki de öksürüktendir bilmiyorum ama şu an bu tat var.




* 2010 yılı dahilinde gidilemeyen konserlerime midlake de eklenmek üzere, ama midlake çok önemliydi diyorum kendi kendime sürekli, hayatımın en eğitici döneminde benimle beraberdi, ama zaten bu tip dönemlerde edinilen müzikler hep o dönem çevrede olan insanlarla dinlenecekmiş gibi bir his uyandırır insanın içinde, bir gün kalkıp gelirler ülkeye ama etrafınızda o insanlardan hiçbiri neredeyse yoktur. bunu çok sevdiğiniz bir grup bulduğunuzda düşünün, aynı tahlili siz de yapacaksınız. insanlar varlardır ve yoklardır. hatta şu linki de koyayım hemen buraya; http://velevkiyasiyoruz.blogspot.com/2010/03/chasing-after-deer.html

* facebook'tan kurtulma isteğim giderek daha da hız kazandı. bilemiyorum iradem bu konuda ne diyor.

*bir uçağa binme fikridir gidiyor yine evde, reddediyorum! hele annemle hayatta uçağa binemem!

* istanbuldan çıkmak istemiyorum şu an, yani 15 gün uzaklaşma fikri bana hiç de yaratıcı gelmiyor, gerçi bana kalsa evden bile çıkmak istemiyorum hatta yataktan bile ama gel gör ki hayat idame ettirmeye çalışıyoruz. güneş görmediğimden sanırım tam 2 aydır gribim devam ediyor, öksürük, horlama gibi etmenler su yüzünde. son 10 gündür korkunç bir boğaz ağrısıyla uyanıyorum ama zaten sabahları mutlaka bir yerim ağrır.



*soul kitchen'ı izledim en sonunda, belim ağrıdı be! ne acıydı o öyle, fatih akını sevmeye devam edeceğiz! birol ünel'i de seviyoruz ama bir filminde de içmesin şu adam, nolur!


filmin en feci sahnesi.

*şimdi bu je vais bien, ne t'en fais pas filmini bir kez daha izleme vaktim geldi sanırım, aaron'un şarkısını, klibini ve daha sonra da filmi buldum. lili, zavallı lili. aslında kardeş sevgisinin anlatıldığı bir film olarak görülse de direk evlat sevgisini anlatıyor. izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. soundtrack'i zaten inanılmaz, u turn lili, mister k. iki şarkı evet. iki şarkıda birbirinden adi. soul kitchen'daki bel ağrısı gibi. günlerden bir gün, ben bu şarkıyı birden şule'ye yolladım, neden yolladığımı hatırlamıyorum, beğeneceğini anlamışım, hadi ryan adams'a bağlayalım, evet ryan adams yüzünden. yolladıktan sonra da zaten süper kültürel birikimli insanla iletişim yoğunlaştı, işten ayrılma dönemi, bol vakit ve saatlerce ya da günlerce müzik, film, dizi konuşabileceğim bir insan. daha sonralarında da yoğun iletişimi biralar, kahveler ve erkan oğurlar takip etti, oysa kendisini ilk gördüğüm yer canlı popüler müzik yapılan bir yerdi, aslında iyi bir iş başarmışız gibi duruyor bu kadar dışarıdan yorumlayınca. elimden bir kadeh daha rakı içerse her şey çok daha süper olacak. ama rakıyı bıraktım. bir çare buluruz bu duruma.

* şu ceylan özçelik beni yanında işe alsın istiyorum, tanıyan varsa söyleyiversin.


gelelim yazıyı yazma sebebime,



sylvia plath

"your body/hurts me as the world hurts god."
"I talk to God but the sky is empty. "
"Is there no way out of the mind?"
"What did my arms do before they held you?"













nilgün marmara

"burada daha ne kadar öleceğim.. gökyüzüyle yeryüzü arasında bulutu haraca kestiğiniz bu yerde, sizi sevmekte ölüyorum bayım.."
"maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın hepiniz mezarısınız kendinizin...''
"ben hakimim masum bey "
"ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!"

21.11.10

yann abi senin sigaran olayım diyorum,


diyorum diyorum ama dinletemiyorum,
monochrome be hacı

19.11.10

I don't think so

yalnızlık hadi gidelim'dir çoğu kez,
hadi n'olursun (s: 91)
hasan ali toptaş - yalnızlıklar


bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
bedshaped
"you'll follow me back
with the sun in your eyes"

what do I know

yazı patlattım

.

14.11.10

some girls are bigger than others

son günlerde yaşadığım binlerce saçma sapan beyin karmaşasından sonra biraz düşünmeye ara verdim daha sonra daha da kapsamlı bir şekilde devam edeceğim, şimdi biraz gülmenin vakti geldi,

some girls are bigger than others adlı efsanevi the smiths şarkısını seven bir insan olaraktan, evet hakikaten de bazı kızlar çok büyük oluyorlar, gelip sevdiğiniz adamı alıp gidiyorlar ve o kadar büyükler ki tek tokat atsalar ölebiliriz. morrissey dedi ki, " I just discovered" ben de farkettim aslında ne tip bir yaşam formülüne aşık olduğumu, aslında ben hep bu konu hakkında gülebilirim, hakkaten sürekli gülebilirim ama bazen üzerime o kadar çok karamsarlık çökmekte ki, yazarak atıyorum bunu,

son iki haftadır haddinden fazla alkol tüketimi zaten sahip olduğum uzun dakikalarca süren ve nefes almadan gülebilme yeteneğimi tekrar uyandırdı.

weeds bitti şu an itibariyle, pazartesi 6. sezon finali yayınlanacak ve tee 7. sezona kadar beklemek zorundayım, yoğun ısrarlar üzeri leverage'ı bırakıp, hustle'a geçiş yapıyorum, az sonra birinci bölümünü izleyeceğim, ev halkıyla da paylaştım bu durumu, yeni diziye başlıyor oluşum yoğun bir tedirginlik yarattı, ama sohbet gerçekten çok güzel gelişti;

televizoyda altyazı geçti, " kurban sizi allaha yakınlaştırır"

ben de neresine eline mi ayağına mı yakınlaştırır dedim, annem birden dehşetle gözlerini açtı, sanki her bayram kurban keser ve sanki 5 vakit namaz kılarmış gibi, sus ayıp dedi, sonrasında hemen, " yeni diziye başlıyorum" dedim ve annem hemen kendine geldi, emin olun eğer başlangıç dehşet dolu olmasaydı ve ben direkt diziye başlıyorum deseydim aynı dehşeti yaşayacaktı.

babamın geceleri sokağa çıkıp kaçak angusları yakalayıp satma fikri, kurbanlık timinin bas bas reklamıyla suya düştü, babamın hayalleri aynı dondurmam gaymaktaki adamın pandalar yüzünden dondurma satamaması gibi, yüksek merciler tarafından engellendi, artık yılbaşında jesus mahallelerinde kaçak hindi avına çıkarız.

neyse ya ben de bigger'ım lan gelsin karşıma, tek kelimede altı ay hayata küstürürüm, o da bana tokat atarsa altı ay komada kalırım.

ama some girls are bigger than others!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

bu kadar yazabiliyormuşum ben keyifli yazı, hadi görüşürük.

13.11.10

"oku daha hızlı oku,
aynı kendime sarılışım gibi sımsıkı bir yazı. sım sıkı."

"sizinle yaşadığım her şey kıyamet,
sizinle yaşadığım her şey cinnet,
sizinle yaşadığım her şey cinayetti."
b. keskin.

"hadi nefes alma da, her şeyi bir başka enstrümanın en keskin teline bırakalım"



bakın ellerimi hissetmeden yazıyorum, üstelik yüreğimi de hissedemiyorum, çok huzurluyum, çok! üşümeden titremek, içmeden hıçkırmak bunlar ne kadar saçma ve gereksiz şeyler, kelimeye dökmeye, bahsini açmaya bile gerek olmayan saçma vücut tepkimeleri. işte size benzemem de en az bunun kadar söz konusu.bak şimdi iki tane sonsuzluk varmış aslında, hangisine gittiğimizi kimse bilmiyor, ama tek bildiğim şey ben sizinle aynı sonsuzluğa ilerlemiyorum, inanın bana cehennemi defalarca gözlerimle gördüm, ben sizinle ne arafı yaşayabilirim ki bu saatten sonra, ben bu ızdırabın da gittiği o sonsuzluğa gitmeyeceğim, asla aynı adımları atmayacağım sizlerle bir yerden sonra.çünkü ben size hiçbir şey anlatmadıkça anlatacaklarım imkansızlaşıyor, imkansızlaştıkça ben etrafıma kilitleniyorum, o sebeple hala kendi hayatımı yaşayabilmiş değilim, her şey beni dinlememenizden kaynaklanıyor.en çok üzüldüğüm şey de, insan sandığınız varlığı çok yakından gördüğünüzü öne sürüyorsunuz, üstelik siz daha o insanın sizi göremeyeceği bir yere bile gitmemişsiniz. sanıyorsunuz ki etrafınızdaki herkes orada olmak istiyor, siz hariç, sanıyorsunuz ki, bu hayat denilen şey çok güzel. yok, ben en çok buna üzülmüyormuşum, en çok kendini kandıran insan üzüyormuş beni hakikatte.sabahları kalkıyor işinize, okulunuza gidiyorsunuz, sevgilililerinize nerede olduğunuzu haber veriyorsunuz, gün boyunca ne kendinizi, ne bir başkasını düşünüyorsunuz ve bunun kafanızın dağılması olarak algılayıp, aslında çalışmanın ve saçma sapan bir şeylerle uğraşmanın dayanılmaz bir huzur olduğunu düşünüyorsunuz, eve gittiğinizde, evdeki herhangi bir şeyi diğerlerini düşünerek tüketiyorsunuz, oysa ben evdeki herhangi bir şeyi değil, kendimi tükettim.ölümü gerçekten anladığınızı düşünüyorsunuz, ölüm korkusuyla olduğuna falan inanarak hem de, sizler kendinizin mezarlarısınız. ölümü size anlatamayacak kadar ölüyüm şu anda.
korkmayın, size zarar vermeyeceğim, size zarar vermeyen her şeye amenna zaten. ölüm sessizliğinde buldum ben ilk kendimi mesela, ölüm yoksa konuşacak bir şey de yoktur zaten, ölüm yoksa yaşam da yoktur.hiçbir şeyin, hiçbir yerlerden geldiği, kimsenin adını ağzına almayı bilmediği, kimsenin dilinin dönmediği, mantığının almadığı, hiçbir vasıtayla, hiçbir yere doğru son hızla ilerlemekteyim, televizyon karşısında tecavüzlerinizi izliyorum, ruhunuzu ezip-parçaladığınız bir düzlemde gidip geliyorsunuz, deli sikmiş gibi, oysa sende olmayan her zaman bir başkasında, kafanızdaki bütün pislik düşüncelerin burnunuzdan çıkıp atmosfere karıştığı yerde, o havayı solumak istemiyorum.bak şu anda inanılmaz bir korku kapladı içimi, duvarlar gittikçe üzerime düşmeye başlıyor, garip bir sis bulutu, sevdiğim sisten değil bu, bir tel dolanıyor, bir daha ve bir daha, şimdi falıma bakan kadın düşüp ölüyor aniden, son nefesinde bile bir şey diyemiyor, bak şimdi ay sonsuz bir aleve maruz kalıyor, parçaları saçlarıma düşüp eriyor, kafam daha da çok ağrımaya başlıyor, zamanın asla duramayacağını tekrar öğreniyorum, bir kez daha hazmetmeye çalışırken, seni sevmeye başlıyorum, seni sevmeye başlayınca herkes ölüyor, herkes öldükçe ben daha çok toprak yutuyorum, topraklar boğazımda yükseliyor, gözümden içeri giren binlerce nefret kan ağlatıyor, kulaklarımdan duyduğum bütün isyanlar bir olup dışarı çıkmaya başlıyor,biliyor musunuz, ben şu an ağlamaya başladım;bütün ama bütün nefretim, son hızla duvarla buluşup tekrar gelip bana çarpıyor, sonsuz bir sancıyla yerde yuvarlanıyorum, kafamın arkasında sizler, nefesiniz tutmuşsunuz, tanrım, ilk defa güzel bir koku alıyorum nefessizlikte, çünkü kokuların her biri, geçmişte bana güzel şeyleri hatırlatan günlerden oluşuyor.
kafamın arkasından yükselen garip dumana şaşırıyorsunuz, bütün temiz hava gidiyor, neydi bu duman sorusuyla boğuşurken ben çok daha fazla ağlamaya başlıyorum, az önce ayın sonsuz alevini söndürdüm saçlarımla, düşüncelerim gibi kuzgun rengi saçlarıma yenildi alevler. ilk başta yatağım buz kaplanacak, daha sonra ciğerlerim, her duman çekişimde bir parçamı daha yitireceğim, bir buzul daha parçalanacak karadan, bir güzel kare daha silinecek hafızamdan, daha sonra parmak uçlarım, dokunduğum her şeyi buza çevireceğim ve en sonunda size olan sevgim buz olacak, ondan sonrası parça pinçik. Yolunmuş derilerinizin altında gördüklerinize inanamayacak kadar sahte olacaksınız, son bir hamle daha. gittikçe daha çok sahteleşecek ve daha çok buza benzeyeceksiniz.bir dakika durun, ben zaten soğuk severim. sıcak olduğunda kötü kareler kıvılcımlanır, çünkü güneş geçirebilirim içime, onlar tüm yaz birikir, sıcak suda kaynar, kaynadıkça iman gücüm azalaır, bütün peygamberleri tek tek ağlarken görürüm. sonra hepsinin sonu gelir.işte bu yüzden parmaklarımın buzdan sarkıt oluşları.bakın, daha da yakından bakın, ne diyorum ki ben? sizin göz ucuyla bile bakmaya cesaretiniz yokken.evet sahteleşmeye devam ediyorsunuz, kaçma planlarınızla yakınlaşıp, aslında kimsenin yalnız olmadığını söylüyorsunuz, bulunduğumuz durumun ne kadar da güzel olduğunu anlatıyorsunuz kendiniz nasıl da kandırıyorsunuz, tek istediğiniz hiçbir sorumluluğu almamakken, bana neyi anlatmaya çalışıyorsunuz.beni kandıramayacak kadar sığ olduğunuzu ne zaman fark edeceksiniz acaba ? ben kimseye güvenmem diyerek, yastığınızın altında saatlerce ağladığınız günleri ne zaman itiraf edeceksiniz.bakın sizden ne kadar da nefret ediyorum; durun nolur, gelmeyin üzerime, hiçbirinize fazla yük olmayacağım, sizler anlamamaya devam edin. ben bunları yazacak kadar iyi ama aslında kötü durumda olmaya devam edeyim, kafamın aslında ne kadar hızlı döndüğünü düşünerek ve ne kadar da huzurlu uyuyacağımı düşünerek, paçalarımla yerleri silerek aslında benim olmayan yatağa gideyim ve kafamı yastığa koyayım. şimdi okul bahçesinde koşuyorum, az sonra arabaya bindiriliyorum, daha sonra tekrar arabalara bindirilip aslında çok yabancı olduğum odalara koyuluyorum, daha sonra arkadaşlarımı özlüyorum, tek kişinin bile olmadığı bir yere geliyorum, bütün yaz daha çok kaynıyorum, ama baba ben oyun oynayacaktım, hem belki de o ranzayı atmamalıydık, aslında her şey küçük bir değişiklikle gelmiştir zaman durdu şu anda burada biraz önce durmayacağını anlamıştım aslında şimdi tekrar unuttum artık noktalama işaretleri de yok evdekiler bana bırakmamışlar ben nasıl kendimi bırakmadıysam zaman tekrar çalışmaya başlıyor TAK! cama bir güvercin çarpıyor ağlıyorum bağırıyorum tanımadığım bir çocuk sakin ol sakin ol diyor kaderi diyor bilmediğim bir yerde serçe sesleriyle kahveler içiyorum yerlere pırlanta yağmış sanki burada ve burada hiçbir kimseye ihtiyaç duymuyorum sadece bu sessizlik güzel sadece bu sessizliğin içinde oluşum güzel sonra her şey tekrar değişiyor ben ıslak asfaltlarda bulutların üzerinde yürüdüğümü görebiliyorum çünkü su birikintisine yansıyor ağaç dalları ve bulutlar ama o bulutlar nasıl güzeldi size anlatmamın hiçbir imkanı yok sonra bir otomatik kapının eşiğinde yığılıyorum kaliteli zemine en yakın arkadaşlarımdan birinin en ağır kaybını o dakika da yaşıyorum ve ilk defa hem kendimi tüketmiyorum her bağırışımda her isyanımda bir kere daha tamamlanıyorum hem de kimse benim anlattıklarımın imkansızlığını görmüyor daha sonra kilitler tekrar vuruluyor kapılara ne bir gelen ne bir giden sokaktaki ağacın yaprakları camıma vurduğunda bile sen geldin sanıp cama koşmuyorum artık hiçbir yere koşmuyorum zaten sonra konuşmamaktan sesim kesiliyor her sesim kısılışında bir eklemim daha kırılıyor artık toparlanma vakti bilgisayar başındayım iş para falan karşımdaki cama bir serçe çarpıyor intihar ediyor kaybolmuş gibiydi en son bana bakıyordu bana bakara kendini öldürdü bana bakarak kaybolduğunu anlayıp kafasını cama çarptı anında öldü saatlerce ona baktım kimsenin ne dediğini duyamayacak kadar kan dolmuştu kulaklarım kuşun sifona gidişini göremeyecek kadar kan dolmuştu gözlerim hala mı insanları tanıdığızı düşünüyorsunuz irkilebilecek cesaret dahi yok sizde rıhtımda suya bakıyorum bir martı yüzüyor haddinden fazla yüzüyor çünkü aslında ölmüş nasıl öldüğünü görememiştim sadece cesedini görmüştüm önce bir saniyelik ölüm sonra göz göre göre gelen ölüm ve en sonunda da geç kalınmış bir ömür eşyalarımı toparladım kendime gidiyorum uzun süre yerleşmeyi falan düşünüyorum doğum günü kalemimle duvarlara yazılar yazmak nefeslerimi cam kaseler içinde saklamak istiyorum kafamın arkasından sürekli o ayın dumanı çıksın istiyorum noktalama işaretlerini geri istiyorum ne başı var bu yazının ne sonu gittikçe daha da dibe ineceğim ben ben indikçe sizin korkaklığınızla yüzleşeceğim aslında ben hiç durmadan dönen bir şarkı istiyorum diaframlarıma bile yerleşsin şarkı içimi açtıklarında göğe yükselsin başımda düşünsünler yine korksunlar hep korkunuz itinayla korkunuz şimdi zaman tekrar durdu düşüncelerime hakim olamıyorum benden çok daha hızlı ilerliyorlar nefret çok daha hızlı çarpıyor her dönüşünde birden kapının açılma sesini duyuyorum ve artık ben harfleri de göremi

12.11.10

rita baksaydı, retinalarınızı yırtardı!

sevdiğim iki ulu adamla dolduruyorum burayı, şu an da bunu yapıyorum;

Çarmıha gerilişten ayrıntı;

annemi özledim.özlemi anlıyorum.anlıyorum zenit bana ne söylediydi,hatırlanamıyor.kurumlar ve kuramlar beni anneme üzüyor.bende şiir yazabilme kaabiliyeti varmış,öyle söylüyorlar.ne dediğimi bilmemek istiyorum.boş başıma dolaşmak istiyorum.sosyalleşmek istememek gibi bir hak tanınmak istendiriliyorduğum.sahipsizim.sonra sokakta dolaşırken her şeyi rasyonalize etmek durumunda kalıyorum.bazı kediler rasyonalize olmak istemiyorlar.annem rasyonel ne demek,ağlamıyor.kendimi bana bırakmak istiyorum.annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum.kızlar bana yaklaşmakta zorluk çekiyorlar.köfteci de öyle.o da bana yaklaşmakta zorluk çekiyor.canım akşamları daha çok sıkılıyor.annem daha çok.akşamları hava siyah oluyor.havaya bakıyorum.hava bana bakıyor.bana salık verilecek sevgiliyi doğrudan reddetmek durumundayım.kızlar bana önem vermemek konusunda tutarlılar.köfteci de öyle.o da bana önem vermemek konusunda tutarlı.annemi özleyince,annem yok ya hani,böylece hayati'ye bakıp,hayati'ye bakıyorum işte.yani şey oluyor.hayati benim hayatımda etkili bir yere sahipmiş ben de hani hayati'ye bakıyorum ya,hah,işte hayati'nin yani şey.sonra dışarı bakınca bir küçük irrasyonel kedi görüyorum.kedi bana aç aç bakıyor.ben ona artık annemi özlediğim için konuşmak istemediğimi ancak rasyonel anne kedisiyle gidip korkunca istemediğim kitaplar okuyup anlamadığım annelere saygı duyuyorum.ataya saygı hamurumun içinde varmış.benim hamurum orda.annem beni sevip özler.ben de böylece peşinden gidemem.sonra annemi de rasyo..neyse..

ah muhsin ünlü


28

yaşamında şunları da yaşayabileceksin:
1) birisini, ona söyleyecek bir şey bulamadığın için aramak...
2) birisini, onu artık görmeyeceğini söylemek için beklemek...
3) birisini, onu görmemeye dayanamadığın için terketmek...

neler yaşamayacaksın ki!...

33

"yaşamda kimse paylaşmayacak -paylaşamayacak- senin tutkularını : onları , hep, yaşayıp yaşayıp unutacaksın.

yalnız, yaşayacaksın;
yalnız yaşayacaksın..."

Oruç Aruoba

de ki işte

16 dakika

öfkenin armağan olduğunu düşünüp daha çok öfkelenirdik
zamanın salak olduğunu düşünüp zamansız giderdik,
sonra susardık,
ilerde bunları konuşup güldüğümüzü hayal etsene der gülerdin
önce düşünür sonra onaylardım,
zaten hep aynı şeyi yapıyorum.

şimdi başka başka buzul parçaları kopuyor içimden
tek tek başkalaşıyorlar,
boyut değiştiren parçalarım var benim,
onları mırıldanan güzel sesli bir adamın notasında bırakıyorum,
yine gidiyordum.

güzel bir düş'tüm ben, göremediniz.
zaman sizi çok üzerdi,
saçlarınızı ağaçlar tarardı, bundan dökülüyorlar zaten.
ikinci bir emre kadar gitmek yasaklandı, kilitler vuruldu kapılara,
postaneden hiç haber yok, adım atmak yalnızca fiil olarak kullanılıyor,
herkes türkçe'den kaldı,
türkçe türkiyeden kaldı, ülke bize kaldı,
ülke bize hiçbir şey veremedi. yazık.

kendi olamamak,
karşımda ağlayan binlerce insan,
hepsi gelip geçtiler odamdan,
çoğunun gözyaşları yastıklarında kaldı, bir kaç gün dokunmadım yastıklarına,
bakıp bakıp düşündüm,
yanlış bendeydi her zamanki gibi,
kimsede suçlanacak cesaret yoktu çünkü,
buzul ellerim, ağrıyan eklemlerim,
bin kez daha düştü aynadan, tuz buz oldu, düş'tü yine.

sizin içinizden hiç yalnızca sevmek geçmemiştir,
hep sadece susmak yerine, bencilliği seçmişsinizdir,
omuzlarınıza ağır geliyor tek damla gözyaşı,
hiçbiriniz rahat değilsiniz omzunuzda biriyle,
siz nesiniz, neyiniz var, neyiniz kaldı babanızdan ?

günlük sanrılarınızı kutluyorsunuz aşk dediğiniz şeyle,
yalnızlığınızı kendi kendinizin gözüne sokuyorsunuz,
ben sevince öyle olmuyor,
ben sevince, "şimdiye kadar çok yalnız kaldık, bundan sonra beraber yalnız kalalım" oluyor.
zaman duruyor, hayat o zaman hayat oluyor.
yaşanmadığında daha güzel oluyor, çünkü hayat yine hayatlığına devam ediyor.

insanın uçurumu anladığı yeri gördüğünde yaşarsın,
belkilerle nelerini kaybettiğini anladığında da atlarsın.
en ucu budur, en soğuk noktası, insanın içinde kış doğar, hemen ardından çöl sıcağı gelir,
kum fırtınaları, toprak kaymaları, kül yağmurlarıyla son bulur,
ne kadar da dingin bir su var şimdi adımladığım, çarşaf gibi,
arkama baktıkça ayağım takılıyor,
birazdan yol gözden kaybolacak, dönüp yine bakacağım, sonra yol da benimle birlikte dönecek,
gerçekten biliyordun bunu, sen de gördün,

şimdi yavaşça soyunmaya başlıyorum ne kadar kirlenmişlik varsa,
yıkılan ama bir türlü kafamın içinden defolmayan hayalleri,
en kolay hayallerden kurtuluyorum, zaten bir kaç beden büyük geliyorlardı üzerime,
şimdi nefreti soyunma zamanı geldi, zaten onunla beraber bir adım daha atacak halim kalmadı,
ondandır bu yolu adımlama derdi.
tam bunu yazarken yol döndü, bundan sonrası için kapsamlı sigorta istiyorum;


sus ve dinle, ayakkabılarını bağla,
yola çıkmaya hazır ol ve koşmaya da,
kimse geçemeyecek senin geçtiğin yerden, bunu iyi düşün,
kim bağışlayacak seni, senin bıraktığın yerden, bunu hiç düşünme,
şimdi bir cam kapta kalıyor bal günleri,
bir adet buzdolabında saklanıyoruz, elm sokağı kabusundan 16 dakika sonra,
16 dakika sonra artık korkmamaya başlıyoruz,
1 ay 6 gün sonra yaz bitiyor, ayrılıyoruz,
6 ay sonra kış tatili başlıyor, üşüyoruz,
6 yıl sonra sürgüne gönderiliyoruz, 16 yıl sonra birbirimizi unutuyoruz.

oysa koşup boynuna sarılmak vardı şimdi.

5.11.10

ben bir gün bruges'a gidip,.. gidip işte.

Günaydın,
Ben yine yataktan çıkıp, üzerine bir ton sorumluluk alması gerekenim,
Mesela benim elim kesildiği zaman kan akar, ama ben aklı başında ve mantıklı olanım. O yüzden o kan, akar, yolunu bulur ve gider,

Mesela zaman hiç de hızlı geçmez benim için, çünkü ben genç olanım. O yüzden benim yanımda “sinir krizi, depresyon, intihar” kelimelerinin kullanılmasından hoşlanmaz annem, çünkü ben bir tek o günler küçük olanım.

Mesela güçlü olanım ben, hep küçük şeylerle mutlu olanım ben, televizyonda izlemek istediği bir şey olmayanım, nasıl olsa benim filmlerim, müziklerim ve kitaplarım var. Ve bunlar bana her zaman yeterlidir. Ben çünkü çok olgunum ve bu hayatta her zaman küçük şeylerle mutlu olabilen benim.

Mesela ben kafama estiğinde siktir olup gidemem, ben birden bire aslında hiç de burada olmak istemediğimi fark edemem, ben mesela asla her gün galon galon içki içemem, ben çünkü çok zekiyim ve hiçbir şey beni üzemez.

Mesela aşık olamam, aşık olursam üzüleceğimi bilirim çünkü ben her şeyi çok iyi biliyorum ve öğrendim, hep gözlemleyenim ben.

Ben ölüme ağlayamam, ağlamamam lazım ben ağlayanların yanında olmalıyım çünkü ben sabır ve kuvvet sahibiyim, ağlamak istediğim zaman illa ki münasip bir köşe bulur kimseye çaktırmadan ağlarım.

Mesela ben hiçbir zaman sokakta gıcık olduğum birinin arabasının camlarını indirip, geceyi karakolda geçiremem, çünkü bu bir başkasına zahmet ve sorumluluk getirir, ben asla bu karakterde bir insan değilim.

Mesela yanlış konuşan, yalan söyleyen bir büyüğüme asla “sus Allahın cezası sus!” diyemem çünkü ben asla terbiyesizlik yapmam, büyüklerim ne olursa olsun büyüktür.

Mesela ben hiçbir zaman sokakta gördüğüm o garip oyuncak için yerlere atmadım kendimi, ağlayıp annemin eteğinden çekiştirmedim, annem “babana sorarız” demedi, çünkü ben çok uslu bir çocuktum. Uslu olandım ben. Küçük ve uslu.

Mesela ben asla ablamın yaptıklarını yapmam çünkü o büyük ve abla ama ben küçük ve kardeşim, yani küçüğüm ben. İşte küçükler her zaman susmalı ve kaderlerine razı olmalıdır. Ama oysa ki izlediğim, okuduğum ve dinlediğim her hikayede aslında büyükler yaparmış benim yaptığımı.

Mesela ben babama kızıp 2 gün arkadaşımda kalamam, çünkü babaya kızılmaz, kızılsa bile söylenmez, çünkü o babadır, babalar yanlış yapsalar bile affedilirler, baba çok önemlidir ve ben bunun bilincine sahip bir insanımdır.

Mesela ben arkadaşlarıma beni o kadar çok sıktınız ki, bir daha sizi görmek istemiyorum ibneler, midemi bulandırıyorsunuz artık diyemem, çünkü ben yalnızlığı sevemeyen, komik, esprili, sosyal bir kişiliğim, sıkılıp eve gitmek istesem bile orada kalmak zorundayımdır, onları güldürmek, eğlendirmek ve şebeklik yapmak zorundayımdır. asla kimsenin kalbinin kırılmasına izin vermem.

Anneme öyle yapmamasını, öyle dememesini söyleyemem çünkü o çok üzülür, ama ben asla üzülmem. Çünkü üzülürsem annem yine üzülür.
Mesela benim kalbim asla kırılmamalıdır, kimse kıramaz, kırsalar bile canları sağ olsundur, çünkü kalbim kırılırsa ben kızarım, kızarsam o insanın da kalbi kırılır ama ben kimsenin kalbini kıramayacak kadar çok ince düşünürüm,

İnce düşünürüm lanet olsun, en ufak detaya kadar düşünürüm,
Neden amına koyayım, neden ?
çünkü bok var. evet, boka battım.
öpücükler.

4.11.10

"bir yerde söz biter: iki kişi karşılıklı kendini tekrarlamaya başlar. yeni başlayan ilişkiler bile eskir böylece. hemen kaçacaksın ki aklın orada kalsın."
oğuz atay/tutunamayanlar
syf: 245


her yazımda bir tutunamayan var, her yazımda bir ah muhsin ünlü var her yazımda bir gidiyorum bu var, sebebi: ölüyorum, bu.

acaba hayat boyu cezmi ersöz okuyan bir ezik olsaydım aynı şeyleri düşünebilecek miydim, sık sık tartıyorum kafamda, ya da en sevdiğim film bir alışverişkoliğin günlüğü olsaydı neler olurdu. merak edilecek bir konu değil bu, bu bir konu bile değil, düşünün neleri düşünecek durumdayım.

"Kastamonu eski Milletvekillerinden Merhum Cemil Atay' ın ve Merhume Muazzez Atay' ın oğulları, Pakize Atay' ın eşi; Özge Atay' ın babası, Okşan Öğel' in Ağabeyi Zahire Pugal ve Ayşe Uskan' ın yeğenleri, Firuzan Düzkan' ın kuzeni, Zeynep ve Ömer Öğel ile Ayşe Düzkan' ın dayıları, Turhan Öğel ve Sedat Düzkan' ın kayınbiraderleri...


DYMMA Öğretim Üyelerinden Y. Mühendis Doçent yazar Oğuz Atay' ı 13 Aralık 1977 günü kaybettik. Cenazesi 15 Aralık 1977 Perşembe günü, öğle namazından sonra Sultanahmet Camii'nden kaldırılacaktır.

-Ailesi "

"hayırlısı olsun", "allah gönlüne göre versin", "allah yolunu açık etsin", " allah akıl fikir versin", " allah belasını versin", "allah şifa versin" vb.

allah hep veriyor zaten, tek aldığı şey can, can alıyor ama her şeyi veriyor, aldığı canları biriktiriyor sonra kızılderelilerle buluşup yakıp muhabbet ediyor.

allah da dua etsin bence, desin ki "nolur beni affedin".

sabaha çıkamam bu yazıdan sonra ben. sonuçta "yukarda allah var" da banane olum, yukarı çıkmaya çalışmıyorum ki ben, ben temiz hava istiyorum, ben huzur istiyorum.

neyse, 24 eylül 1996'ydı, 20:59'da zeki müren hayatını kaybetti, ben çocuk beynimle, zeki müren'in, allahın ve atatürkün aynı yerde derecede güce sahip olduğuna inanıyordum, muhammed peygamberin de onların dediklerini yaptığı bir yer hayal ediyordum, çocukluk işte, ama en çok zeki müren'i seviyordum çünkü o zamanlar annemi ağlatmıyordu. atatürk gibi sınavlarda çıkmıyordu, allah gibi ondan korkmamız gerekmiyordu veya peygamber gibi getirdiği kurallara uymamız gerekmiyordu, sanırım şu aralar, thom yorke'a, michael stipe'a, tori amos'a allah dememin sebebi bu olsa gerek. keşke benim de allah korkum olsaydı.

ama bir arkadaşım bir keresinde şuna benzer bir şeyler söylemişti, "ben o cenneti istemiyorum, ben hayvanlara, kadınlara, çocuklara, erkeklere yani kısaca her şeye zarar veren, işkence eden insanların gideceğine inandığı o cenneti istemiyorum!" tam olarak böyle bir şey değildi, ama çok benziyordu buna, bunun gibi bir şey işte. cennet bana göre kimsenin olmadığı, sorumluluğun, tehdidin, acının olmadığı bir yer, yani öyle bir yer yok.

1. elizabeth, rüzgarı ben estiririm demişti, estirdi de, zırhlarını giyip orduyla konuşmaya gitti ve dedi ki; "ya cennette görüşürüz, ya da zafer meydanında!"

keşke yeni dünya diyebileceğim bir yer olsa, oraya götürmek isteyeceğim tek bir kişi olsa da ona, "sen götürebileceğim tek kişisin, haydi yürü" diyebilsem..

uuu
hhhuuuu
uuuuu
uuuuu

artık kafayı yedim ciddi olarak ve hayatımda daha önce bu kadar mutlu olmamıştım, şarkıların içlerinde ki kayboluşlarım, yükselişler, düşüşler inanılmaz bir ahenk, bir büyü, artık her notada kendinden geçmiş insanlar geliyor gözümün önüne, gözümün önüne sürekli insanlar geliyor.

o şets, nasıl da önemsiz olduğumu farkettim, amerika da cia ajanları falan var, ulan biz neyiz ki. şu an kahkaha atıyorum, alakaya bak. bu yazı hayatım gibi boktan olacak, uzattıkça uzatıcam, 700 sayfayı bile bulabilirim, lanet vaktim çok, kendimi bile tekrarlayabilirim ama, tek başınayken kendini tekrarlamak, sevdiğin biriyle sürekli kendinizi tekrarlamaktan daha iyidir.

gelsin yaylılar, quarted string, hundred string, bi sürü strrrring.

karraaaaaaaaaaaa, sana yaptığım kubbeyi görseydin şaşırırdın. farkettiğim salak saçma detayları da görsen boğulurdun,

apres moi'nin 5 inci dakika 32inci saniyesinden sonrası gibi bir öfke, çok öfke, yazının başlığı yok, bizim de yok, başlık sandığımız isimler devletin defterinde birer nokta, ölünce üzerini çiziyorlar.
yükseliyor ve yükseliyorum, hiçbir şey içmeden oluyor tüm bunlar, tüm bunlar bir kaç notayla oluyor, bir kadının veya adamın ellerinin piyanoda gezmesiyle oluyor, kafamı öne arkaya sürüklerken oluyor, tüm bunlar yaşarken oluyor, hadi yeni dünyaya gidelim, herkesin inthara meğilli olduğu doğrudur, bu yüzden kimse intihar etmiyor, eğer bir insan prensiplerine bağlı kalsaydı her şey çok derin olabilrdi!

ay inanamıyorum, gördün mü, olive sarı minibüse, minibüs giderken binmeye çalışıyor, ahaha, ay bu sahne beni her seferinde ağlatıyor, benzinlikte unutulmuş bir çocuk, üstelik o çocuk için çıkılmış bir yolculuk, aynı benim unutulmuş çocukluğuma benziyor, yahu bir kimse hatırlamıyor ben bebeyken anne mi demişim ilk yoksa baba mı! bir tane video var, beyaz elbiseyle sahnede oynuyorum 4 yaşımdayım, hiç ağlamıyorum sadece gülüyorum, tek anım o yarepim.

neyse ki ben 21 yaşımı hatırlayacağım, sürekli sigara içip, dizi film izleyip, sabaha kadar oturduğum dönem, hayatımın en güzel dönemi.

ay çok hoş, şimdi harry, öldürdüğü cüceyi çocuk sandığı için kafasına sıktı, yakışıklı olduğu için prensiplerine bağlı bir kardeşimiz, şimdi margot tenenbaum ayak başparmağıyla televizyonu kapattı, amelie morotsiklette sevdiği çocuğa sarılıp kafasını omzuna yasladı, şimdi van doren arayıp ölmediğini söyledi ve dedi ki, "saçmalama hangi film karakteri john lennon gibi ölümle sonlanır??"

neyse daha fazla devam edemeyeceğim. okuduysanız ve hala iyiyseniz doktora gidin,

morçatıyla devam ediyorum;
ceyda, 8 yıldır hergün kapıya çarpıyor, eğer ceydanın bir göz doktoruna gitmesi gerektiğini düşünüyorsanız, bize destek olmayın!...


- bullshittttttt!!!!!!!!!
+ no, it's not bullshit nancy, it's a humanshit!

muah muah can hatice!